KIRIM Tatarlarının etnik kökeni; tarih boyunca Kırım ve civarında yerleşen çeşitli Türk kavimlerine dayanır.
Kırım’a ilk gelen Türk kavmi, Hunlardır. Köktürkler , Onogurlar Kuturgurlar ile M.S. VII. yüzyılda Hazar Türkleri, X. Yüzyıl başlarında ise Peçenekler , Kırıma yerleşen diğerTürk kavimleridir.
Kıpçaklar, X.yüzyılın sonlarında Peçenekleri mağlup ederek Kırım'ı ele geçirmişler ve, iki yüzyılı aşkın bir süre Kırım'a hakim olmuşlardır. Kırım’ın etnik ve kültürel yapısının oluşumunda en güçlü etki Kıpçak Türklerine aittir. Kıpçakların engin kültür mirasının derin izleri bugün dahi bütün canlılığı ile Kırım Türklerince yaşatılmaktadır. Kırım Türklerinin kullandığı dil de Kıpçak Türkçesidir.
Kırım'daki Kıpçak hakimiyeti İslamiyet'in Kırım’da yayıldığı bir dönem olmuştur ve XI. Yüzyılın sonlarına doğru Türklerin çoğunluğu İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Asya'nın büyük bir kısmına hakim olan Moğol İmparatorluğu (Cengiz Han Orduları), XIII. Yüzyıl ilk çeyreğinde, Kıpçakları yenerek yarımadaya hakim olmuşlardır. Cengiz Han İmparatorluğunun parçalanması üzerine, Kırım, Altın Ordu imparatorluğu hakimiyetine girmiştir.
Altın Ordu¹ Hakimiyeti Kırım’ın etnik, dini ve siyasi geleceğini kesin olarak belirlemiş ve Kırım’ın tamamen Türkleşmesini sağlamıştır.
TATAR ADININ KULLANIMI
Kırım Kazan ve İdil boylarındaki ahali , tamamiyle Türk olduğu halde, kökleriyle bağının kopartılması amacıyla bilhassa Ruslar tarafından kendilerine "Tatar" adı verilmiştir. Aslında Tatar adı, gerek Anadoluda gerekse Rusya ve İslam dünyasında Moğolların hakim oldukları saha ahalisi için kullanılmıştır.
(Örneğin Mevlânâ, Divan-ı Kebir de Anadoluyu tehdit eden Moğollardan Tatar olarak bahsederek bir gazelinde şu ifadeleri kullanır:
"Sen Tatardan korkuyorsun;
Çünkü Tanrıyı tanımıyorsun.
Oysaki ben Tatarlardan iki yüz iman bayragi yükseltecegim." )
Mamafih “Tatar” adı uzun süre bu Türk boylarınca benimsenmemiş, ancak Rus siyasi baskısı altında kabul ettirilmiş ve zaman içerisinde Rusların dışındaki diğer yabancı toplulukların ve Türklerin de kullanması sonucu yavaş yavaş kabul görmüştür.
30 Eylül 2016 Cuma
29 Eylül 2016 Perşembe
İlber Ortaylı
Yaşamı
1947 yılında Bregenz'de Kırım Tatarı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 2 yașındayken ailesiyle birlikte Türkiye'ye göç etti. İlk ve orta öğrenimini İstanbul Avusturya Lisesi'nde tamamladı. 1965 yılında Ankara Atatürk Lisesi'nden mezun oldu.
Akademik Kariyeri
1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni ve Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nin tarih bölümünü bitirdi. Viyana Üniversitesi Slavistik ve Orientalistik Bölümü'nde öğrenim gördü.Yüksek lisans çalışmasını Chicago Üniversitesi'nde Prof. Dr. Halil İnalcık ile yaptı. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde "Tanzimat Sonrası Mahallî İdareler" adlı tezi ile 1974 yılında doktor, "Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfûzu" adlı çalışmasıyla 1979'da doçent oldu. 1982 yılında devletin akademik politikalarına tepki olarak görevinden istifa etti. Bu dönemde Viyana, Berlin, Paris,Princeton, Moskova, Roma, Münih, Strazburg, Yanya, Sofya, Kiel, Cambridge, Oxford ve Tunusüniversitelerinde misafir öğretim üyeliği yaptı, buralarda seminerler ve konferanslar verdi. 1989'da Türkiye'ye dönerek profesör oldu ve 1989-2002 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde İdare Tarihi Bilim Dalı Başkanı olarak görev yaptı. Yerli ve yabancı bilimsel dergilerde 16. ile 19. yüzyıllar arası Osmanlı tarihi ve Rus tarihi ile ilgili makaleleri yayınlandı. 2002 yılında Galatasaray Üniversitesi'ne, iki yıl sonra ise Bilkent Üniversitesi'ne konuk öğretim üyesi olarak geçti. Şu anda Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Türk Hukuk Tarihi derslerini vermektedir.Galatasaray Üniversitesi Senato üyesidir. Ayrıca İlke Eğitim ve Sağlık Vakfı Kapadokya Meslek Yüksekokulu Mütevelli Heyeti üyesidir.
Özel Yaşamı
1981 yılında Mersin eski Senatörü Dr. Talip Özdolay'ın kızı Ayşe Özdolay ile evlendi ve bu evlilikten Tuna adında bir kızı oldu. Daha sonra 1999 yılında eşinden boşandı.
Ortaylı, bilgisayar ve internet kullanmayı sevmemektedir. Herhangi bir sosyal medya sitesinde adına açılmış hesapların hiçbiri kendisinin değildir.[8] İlber Ortaylı'nın ayrıca çocukluğundan beri büyük bir tutku ve özenle biriktirdiği minyatür otomobillerden oluşan büyük bir koleksiyonu vardır.
Eserleri
1947 yılında Bregenz'de Kırım Tatarı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 2 yașındayken ailesiyle birlikte Türkiye'ye göç etti. İlk ve orta öğrenimini İstanbul Avusturya Lisesi'nde tamamladı. 1965 yılında Ankara Atatürk Lisesi'nden mezun oldu.
Akademik Kariyeri
1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni ve Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nin tarih bölümünü bitirdi. Viyana Üniversitesi Slavistik ve Orientalistik Bölümü'nde öğrenim gördü.Yüksek lisans çalışmasını Chicago Üniversitesi'nde Prof. Dr. Halil İnalcık ile yaptı. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde "Tanzimat Sonrası Mahallî İdareler" adlı tezi ile 1974 yılında doktor, "Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfûzu" adlı çalışmasıyla 1979'da doçent oldu. 1982 yılında devletin akademik politikalarına tepki olarak görevinden istifa etti. Bu dönemde Viyana, Berlin, Paris,Princeton, Moskova, Roma, Münih, Strazburg, Yanya, Sofya, Kiel, Cambridge, Oxford ve Tunusüniversitelerinde misafir öğretim üyeliği yaptı, buralarda seminerler ve konferanslar verdi. 1989'da Türkiye'ye dönerek profesör oldu ve 1989-2002 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde İdare Tarihi Bilim Dalı Başkanı olarak görev yaptı. Yerli ve yabancı bilimsel dergilerde 16. ile 19. yüzyıllar arası Osmanlı tarihi ve Rus tarihi ile ilgili makaleleri yayınlandı. 2002 yılında Galatasaray Üniversitesi'ne, iki yıl sonra ise Bilkent Üniversitesi'ne konuk öğretim üyesi olarak geçti. Şu anda Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Türk Hukuk Tarihi derslerini vermektedir.Galatasaray Üniversitesi Senato üyesidir. Ayrıca İlke Eğitim ve Sağlık Vakfı Kapadokya Meslek Yüksekokulu Mütevelli Heyeti üyesidir.
Özel Yaşamı
1981 yılında Mersin eski Senatörü Dr. Talip Özdolay'ın kızı Ayşe Özdolay ile evlendi ve bu evlilikten Tuna adında bir kızı oldu. Daha sonra 1999 yılında eşinden boşandı.
Ortaylı, bilgisayar ve internet kullanmayı sevmemektedir. Herhangi bir sosyal medya sitesinde adına açılmış hesapların hiçbiri kendisinin değildir.[8] İlber Ortaylı'nın ayrıca çocukluğundan beri büyük bir tutku ve özenle biriktirdiği minyatür otomobillerden oluşan büyük bir koleksiyonu vardır.
Eserleri
|
28 Eylül 2016 Çarşamba
Atatürk’ün çağdaşlaşma ile ilgili sözleri
Atatürk’ün çağdaşlaşma ile ilgili vecizeleri, Atatürk’ün çağdaşlaşma ile ilgili özlü sözleri,
Atatürkün çağdaşlaşma ile ilgili sözleri nelerdir? Atatürk’ün çağdaşlaşma ile ilgili fikirleri,
Tarih sıralamasına göre Atatürk’ün çağdaşlaşma ile ilgili sözleri:
* "Memleketimiz içinde uygar düşüncelerin, çağdaş ilerlemelerin zaman kaybetmeksizin yayılması ve gelişmesi gerekir. Bunun için bütün bilim ve teknik erbabının bu hususta çalışmayı bir namus ödevi bilmesi gerekir".
1922 (Atatürk’ün S.D.II, s.44)
* "Memleket kesinlikle çağdaş, uygar ve yepyeni olacaktır. Bizim için bu, hayat davasıdır. Bütün özverimizin faydalı bir sonuç vermesi buna bağlıdır. Türkiye, ya yeni fikirle donatılmış, namuslu bir yönetim olacaktır ve yahut olamayacaktır. Halk ile çok temasım vardır. O saf kitle, bilmezsiniz ne kadar yenilik taraftarıdır. Yapacağımız işlerde hiçbir zaman bu engeller, kesif tabakadan gelmeyecektir. Halk refaha kavuşmuş, bağımsız, zengin olmak istiyor; komşularının refahını gördüğü halde, fakir olmak pek ağırdır. Gerici fikirler besleyenler belli bir sınıfa dayanabileceklerini zannediyorlar. Bu kesinlikle bir kuruntudur, bir zandır. Gelişme yolumuzun önüne dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz. Yenileşme yolunda duracak değiliz. Dünya müthiş bir gelişmeyle ilerliyor. Biz bu uyumun dışında kalabilir miyiz?"
1923 (Atatürk’ün S.D. III, s. 72)
* "Bugüne kadar elde ettiğimiz başarı, bize ancak ilerlemeye ve uygarlığa doğru bir yol açmıştır; yoksa ilerleme ve uygarlığa henüz ulaşılmış değildir. Bize ve torunlarımıza düşen görev, bu yol üzerinde tereddütsüz yürümektir".
1923 (Atatürk’ün S.D.I, s. 307)
* "Memleketimizi çağdaşlaştırmak istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de çağdaş, bu nedenle batılı bir hükümet oluşturmaktır. Uygarlığa girmek arzu edip de, batıya yönelmemiş millet hangisidir? Bir doğrultuda yürümek kararında olan ve hareketinin, ayağında bağlı zincirlerle güçleştirildiğini gören insan ne yapar? Zincirleri kırar, yürür!"
1923 (Atatürk’ün S.D.III, s. 68)
* "Vatan artık bayındır hale getirilme istiyor, zenginlik ve refah istiyor! Bilim ve bilgi, yüksek uygarlık, özgür fikir ve özgür düşünüş istiyor! Şeref, namus, bağımsızlık, gerçek varlık, vatanın bu isteklerini tam olarak ve hızla yerine getirmek için esaslı ve ciddî bir şekilde çalışmayı emreder".
1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 180)
* "Millet, çağdaş uygarlığın bütün milletlere sağladığı yaşam ve araçları, esasta ve görünüşte aynen ve tamamen gerçekleştirmek kesin kararını vermiştir. Millet yenileşme ve iyileşme alanında gösterdiği çabaların, yüzyıllardan beri olduğu gibi türlü türlü aldatmalar yüzünden bir an dahi duraklamayla karşılaşmasına izin vermemek kesin kararındadır. Yeni Türkiye’nin dünyevî, millî ve ekonomik genel siyasetiyle ifade olunan millî etken hepimizin çalışma yönünü belirlemiş bulunmaktadır ki, bu yolun az zamanda milletimizin yüksek yeteneklerini göstermeye fırsat vereceğine şüphe yoktur. Türk milleti, egemenliğine sahip olduğu bu döneme gelinceye kadar üzüntüsüne ve gerilemesine sebep olan etkenlerin niteliğini anlamıştır. Bu uğursuz etkenlerin her ne şekil ve nitelikte olursa olsun etkinliğini yenilemesine hoşgörülü davranamaz".
1925 (Atatürk’ün S.D.I, s.325)
* "Türk milletinin gelişmesine yüzyıllardan beri karşı koyan engelleri kaldırmak ve genel hayata çağdaş uygarlığın yasalarını ve araçlarını vermek için harcadığımız çalışmanın, milletin tümünce doğru bulunduğu muhakkaktır".
1926 (Atatürk’ün S.D.I, s. 331-332)
* "Cihanın gidişinde soylu milletimize yönelen yüksek görevlerin yerine getirilmesine çalışacağız. Bu görevler, uygarlık ve insanlık ailesinde Türk milletinin lâyık olduğu yüksek değer yerini koruma ve yükseltmesine hizmet edecektir. Gerektiğinde vatan için bir tek birey gibi bütün halinde çaba ve karar ile çalışmasını bilen bir millet, elbette büyük geleceğe lâyık ve aday olan bir millettir".
1927 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s.536)
* "Gerçek insanlık duraksamadan kabul eder ki, Türkiye Cumhuriyeti ve onun bugünkü sahipleri olan Türkler, bütün dünya uygarlık ve insanlığı için bir davranış örneğidir. Yalnız bu kadar değil, Türkler tarihin çok eski dönemlerinde insanlığa yaptıkları kültürel görevleri yeniden, fakat bu sefer daha iyi şekilde yapmaya hazırlanan yüksek bir varlıktır".
1937 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 591)
* "Milletimizin lâyık olduğu yüksek uygarlık ve refah düzeyine ulaşmasını alıkoyabilecek hiçbir engel düşünmeye yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle mutluyum".
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 377)
* "Biz, batı uygarlığını bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi yapımıza uygun bulduğumuz için, dünya uygarlık düzeyi içinde benimsiyoruz".
(Afet İnan, Atatürk Hakkında H.B., s. 176)
27 Eylül 2016 Salı
Bakırköy İlçemizi Tanıyalım
İstanbul’un eski semtlerinden biri olan Bakırköy, Avrupa yakasında, Marmara Denizi’nin kuzeydoğu sahilindedir. kuzeyindeki E-5 Karayolu sınırı olup, Güngören ve Bahçelievler ilçeleri; güneyinde Marmara Denizi, doğusunda Çırpıcı deresi sınır olup, Zeytinburnu ilçesi, batısında ve kuzey-batısında ise Küçükçekmece ilçesi bulunmaktadır. Bu sınırlar içerisinde Bakırköy ilçesi 35 km² alana kuruludur. Bahçelievler, Güngören ve Bağcılar ilçeleri 1992 yılında Bakırköy’den ayrılarak ilçe olmuşlardır. 1957’ye kadar Zeytinburnu, 1989’a kadar Küçükçekmece ve Avcılar ilçeleri, Bakırköy’e bağlıydı. İstanbul’un eski ilçelerinden olan Bakırköy, Osmaniye, Kartaltepe, Zuhuratbaba, Zeytinlik, Cevizlik, Sakızağacı ve Yenimahalle mahallelerinden oluşur.
Bakırköy, antik çağlarda, Bizans’ı Avrupa’ya bağlayan ana yol üzerinde kurulmuş bir şehirdi. Hebdemon adıyla tanınan bu şehir, daha sonra Balkan kavimlerinin, Haçlıların ve Latinlerin istilalarını yaşadı. Osmanlı döneminde Rum, Türk ve Ermenilerden oluşan renkli bir nüfus yapısına sahip olan Bakırköy’ün adı, Bakırköy zamanla Jeptimun, Makrohori, Makriköy, 1925' te ulusal sınırlar içindeki yabancı kaynaklı adların değiştirilmesi sırasında, adı Bakırköy olarak belirlendi. İlçe sınırları içinde bulunan Yeşilköy (Ayestefanos) 1877-78' de Rus işgaline uğramış (3 Mart 1878)''de Ayestefanos Antlaşması da burada imzalanmıştır. II. Abdülhamit döneminde gelişen ve köşklerle donanan Makriköy, 19. yüzyıl sonlarından beri İstanbul''un bir ilçesi durumundaydı.
Bakırköy'ün yayıldığı plato, düz ve hafif dalgalı bir yüzey oluşturup, aşınımla önemli ölçüde taşınmıştır. Plato, aşınma oluklarıyla birkaç bölüme ayrılmış olmasına rağmen, vadi oluşumları son derece önemsizdir. İlçenin Marmara Denizi'ne olan kıyıları, fazla engebeli değildir. Genel görünüm, geniş koylar ve burunlar şeklindedir. Çırpıcı, Çavuşpaşa ve Uzundere''nin aktığı kıyı alanları, alüvyonlara dolmuştur. Sakızağacı ve Bakırköy burnunda ise dalgaların etkisiyle aşınan felezler ve bunların önünde aşınma düzlükleri görülür. Bakırköy'ün Marmara Denizi''ne olan kıyıları, Florya kıyıları dışında, geniş bir yerleşme alanının kıyısı durumuna dönüşmüştür.
Tarihi gelişmesi içinde, Antik Çağ' dan günümüze çeşitli tarihi eser bırakan Bakırköy''ün önemli tarihi eserleri olarak, Bizans döneminden kalma Fildamı (Fildamı Sarnıcı), 17. yüzyıl Osmanlı mimarisini yansıtan Baruthane, aynı dönemde yapılan, ancak 1875''de Sultan Abdülaziz tarafından yeniden inşa edilen Çarşı Camii ve Çeşmesi, aynı dönemde yaptırıldığı sanılan Şifa Hamamı, 19. yüzyılda yaptırılan Bez Fabrikası (Bakırköy Pamuklu Sanayi Müessesesi), Yeşilköy yalıları, Bakırköy evleri, kiliseler, köşkler, Florya Deniz Köşkü sayılabilir.
Florya, Yeşilköy, Yeşilyurt ve Ataköy Plajları, kıyı kahveleri gezinti yerleri ile yöre hakkında hizmet veren Florya'nın önemli bir yeri vardır. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu büyük önder Atatürk'ün buyruğu ile kurulmuş Atatürk Ormanı doğal güzelliğinin yanında önemli oksijen kaynağıdır.
Hava, Kara, Deniz ulaşımı açısından Türkiyenin en zengin ulaşımına sahip Bakırköy, Uluslararası Havacılık alanında faaliyet gösteren Atatürk Havalimanı ile büyük bir turizm potansiyeline sahiptir.
Yıllara Göre Bakırköy Nüfusu:
1997 (214.417)
1990 (270.731)
Bakırköy, antik çağlarda, Bizans’ı Avrupa’ya bağlayan ana yol üzerinde kurulmuş bir şehirdi. Hebdemon adıyla tanınan bu şehir, daha sonra Balkan kavimlerinin, Haçlıların ve Latinlerin istilalarını yaşadı. Osmanlı döneminde Rum, Türk ve Ermenilerden oluşan renkli bir nüfus yapısına sahip olan Bakırköy’ün adı, Bakırköy zamanla Jeptimun, Makrohori, Makriköy, 1925' te ulusal sınırlar içindeki yabancı kaynaklı adların değiştirilmesi sırasında, adı Bakırköy olarak belirlendi. İlçe sınırları içinde bulunan Yeşilköy (Ayestefanos) 1877-78' de Rus işgaline uğramış (3 Mart 1878)''de Ayestefanos Antlaşması da burada imzalanmıştır. II. Abdülhamit döneminde gelişen ve köşklerle donanan Makriköy, 19. yüzyıl sonlarından beri İstanbul''un bir ilçesi durumundaydı.
Bakırköy'ün yayıldığı plato, düz ve hafif dalgalı bir yüzey oluşturup, aşınımla önemli ölçüde taşınmıştır. Plato, aşınma oluklarıyla birkaç bölüme ayrılmış olmasına rağmen, vadi oluşumları son derece önemsizdir. İlçenin Marmara Denizi'ne olan kıyıları, fazla engebeli değildir. Genel görünüm, geniş koylar ve burunlar şeklindedir. Çırpıcı, Çavuşpaşa ve Uzundere''nin aktığı kıyı alanları, alüvyonlara dolmuştur. Sakızağacı ve Bakırköy burnunda ise dalgaların etkisiyle aşınan felezler ve bunların önünde aşınma düzlükleri görülür. Bakırköy'ün Marmara Denizi''ne olan kıyıları, Florya kıyıları dışında, geniş bir yerleşme alanının kıyısı durumuna dönüşmüştür.
Tarihi gelişmesi içinde, Antik Çağ' dan günümüze çeşitli tarihi eser bırakan Bakırköy''ün önemli tarihi eserleri olarak, Bizans döneminden kalma Fildamı (Fildamı Sarnıcı), 17. yüzyıl Osmanlı mimarisini yansıtan Baruthane, aynı dönemde yapılan, ancak 1875''de Sultan Abdülaziz tarafından yeniden inşa edilen Çarşı Camii ve Çeşmesi, aynı dönemde yaptırıldığı sanılan Şifa Hamamı, 19. yüzyılda yaptırılan Bez Fabrikası (Bakırköy Pamuklu Sanayi Müessesesi), Yeşilköy yalıları, Bakırköy evleri, kiliseler, köşkler, Florya Deniz Köşkü sayılabilir.
Florya, Yeşilköy, Yeşilyurt ve Ataköy Plajları, kıyı kahveleri gezinti yerleri ile yöre hakkında hizmet veren Florya'nın önemli bir yeri vardır. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu büyük önder Atatürk'ün buyruğu ile kurulmuş Atatürk Ormanı doğal güzelliğinin yanında önemli oksijen kaynağıdır.
Hava, Kara, Deniz ulaşımı açısından Türkiyenin en zengin ulaşımına sahip Bakırköy, Uluslararası Havacılık alanında faaliyet gösteren Atatürk Havalimanı ile büyük bir turizm potansiyeline sahiptir.
Yıllara Göre Bakırköy Nüfusu:
1997 (214.417)
1990 (270.731)
Doğan Yurdakul
1946’da Aydın, Bozdoğan’da doğdu. İlkokulu baba memleketi olan Sivas’ta, Çifte Minareli Numune İlkokulu’nda okudu. Orta ve lise öğrenimini Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi’nde tamamladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Paris Sorbonne ve Vincennes Üniversitelerinde doktora çalışması yaptı. Cenevre Üniversitesi’nde Fransız Dili ve Uygarlığı eğitimi gördü.
Gazeteciliğe 1963 yılında Yenigün gazetesinde başladı; Ulus gazetesi, Kim dergisi, Yön ve Devrim dergileriyle devam etti. 12 Mart döneminde Mamak Askeri Cezaevi’nde iki yıla yakın tutuklu kaldı. 1974 yılında afla çıktıktan sonra Vatan gazetesinde çalıştı, Aydınlık gazetesinde köşe yazarlığı ve Ankara temsilciliği yaptı.
12 Eylül askeri darbesinde Aydınlık kapatılınca Yankı dergisine yazıişleri müdürü oldu. Yazdığı yazılar nedeniyle hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkınca yurtdışına çıktı; Brüksel, Paris ve Cenevre’de çeşitli işlerde çalıştı. Türk Ceza Kanunu’nun komünizm propagandasını cezalandıran 142. maddesi kaldırılınca hakkında verilmiş 220 yıllık hapis cezası düştü ve 1991’de yurda döndü.
Evrensel gazetesi Ankara temsilciliği, Siyah Beyaz gazetesi genel yayın yönetmenliği, Günaydın gazetesi Ankara haber müdürlüğü yaptı. 1997 yılında “32. Gün” programı Ankara temsilcisiyken kitap yazmak üzere kendi isteğiyle emekli oldu. 2008 yılından beri yaptığı Odatv yayın koordinatörlüğü sırasında 6 Mart 2011 tarihinde tutuklandı. Bir yıla yakın Silivri Cezaevi’nde tutuklu kaldıktan sonra 23 Şubat 2012 de tahliye edilen Doğan Yurdakul duldur ve bir kızı vardır.
Yayımlanmış diğer kitapları arasında Reis (Soner Yalçın ile birlikte), Bay Pipo (Soner Yalçın ile birlikte), Çetele (Cengiz Erdinç ile birlikte), Sırların Kavşağında ve Fransızca-Türkçe Büyük Sözlük sayılabilir.
Ayrıca Fransızcadan Türkçeye çevirdiği 6 kitap bulunmaktadır.
Gazeteciliğe 1963 yılında Yenigün gazetesinde başladı; Ulus gazetesi, Kim dergisi, Yön ve Devrim dergileriyle devam etti. 12 Mart döneminde Mamak Askeri Cezaevi’nde iki yıla yakın tutuklu kaldı. 1974 yılında afla çıktıktan sonra Vatan gazetesinde çalıştı, Aydınlık gazetesinde köşe yazarlığı ve Ankara temsilciliği yaptı.
12 Eylül askeri darbesinde Aydınlık kapatılınca Yankı dergisine yazıişleri müdürü oldu. Yazdığı yazılar nedeniyle hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkınca yurtdışına çıktı; Brüksel, Paris ve Cenevre’de çeşitli işlerde çalıştı. Türk Ceza Kanunu’nun komünizm propagandasını cezalandıran 142. maddesi kaldırılınca hakkında verilmiş 220 yıllık hapis cezası düştü ve 1991’de yurda döndü.
Evrensel gazetesi Ankara temsilciliği, Siyah Beyaz gazetesi genel yayın yönetmenliği, Günaydın gazetesi Ankara haber müdürlüğü yaptı. 1997 yılında “32. Gün” programı Ankara temsilcisiyken kitap yazmak üzere kendi isteğiyle emekli oldu. 2008 yılından beri yaptığı Odatv yayın koordinatörlüğü sırasında 6 Mart 2011 tarihinde tutuklandı. Bir yıla yakın Silivri Cezaevi’nde tutuklu kaldıktan sonra 23 Şubat 2012 de tahliye edilen Doğan Yurdakul duldur ve bir kızı vardır.
Yayımlanmış diğer kitapları arasında Reis (Soner Yalçın ile birlikte), Bay Pipo (Soner Yalçın ile birlikte), Çetele (Cengiz Erdinç ile birlikte), Sırların Kavşağında ve Fransızca-Türkçe Büyük Sözlük sayılabilir.
Ayrıca Fransızcadan Türkçeye çevirdiği 6 kitap bulunmaktadır.
24 Eylül 2016 Cumartesi
Sabahattin Ali
25 Şubat 1907'de Gümülcine'de doğdu, 2 Nisan 1948'de Kırklareli'nde öldü. İstanbul İlköğretmen Okulu'nu bitiren Sabahattin Ali, Yozgat'ta bir yıl öğretmenlikten sonra, 1928 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'nca Almanya'ya gönderildi. 1930'da döndükten sonra Aydın, Konya ve Ankara ortaokullarında Almanca öğretmenliği, Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü'nde memurluk ve Devlet Konservatuvarı'nda dramaturgluk yaptı. 1945'te Bakanlık emrine alındı, İstanbul'da Markopaşa adlı mizah gazetesini çıkardı. 1948'de bir yazısı yüzünden tutuklandı, üç ay kadar hapis yattı. Sürekli izlendiği için yurtdışına kaçmak istedi; ancak Kırklareli dolaylarında bir kaçakçı tarafından öldürüldüğü iddia edildi.
Şiirler, hikâyeler, romanlar yazdı, çeviriler yaptı. İlk yazıları Balıkesir'de Irmak dergisinde çıkmıştı (1925/26). Sabahattin Ali 1930'lu yıllarda öyküye gerçekçi ve yeni bir soluk getirmişti. Öykülerinde; tanımlamakta güçlük çektiğimiz kimi duyguları ustalıkla anlatan Ali, insanın zavallılığını ve gücünü aynı sarsılmaz üslupla, zaman zaman masalsı ve destansı bir biçimde yansıtmayı başarmıştı. Öykü kitapları: Değirmen (1935), Kağnı (1936), Ses (1937), Yeni Dünya (1943), Sırça Köşk (1947). Halk şiirinden esinlenerek yazdığı şiirlerini Dağlar ve Rüzgâr'da toplamıştı (1934).
Sabahattin Ali, romanlarında da insanın ruhuna ayna tuttu ve gerçeğe bu aynadan baktı. Kuyucaklı Yusuf (1937), İçimizdeki Şeytan (1940), Kürk Mantolu Madonna (1943) adlı romanlarında, okurların gerçekliği daha derinden algılamasını sağladı.
Sağlığında yayımlanmış dokuz kitabına, Varlık dergisinde tefrika edilen Esirler (1936) oyunu da eklenince on kitabı, yedi ciltlik bir külliyat halinde Varlık Yayınları arasında tekrar basılmıştı (1965/66). Bütün Eserleri önce Bilgi Yayınevi'nde, sonra Cem Yayınevi'nde yeniden basıldı. Bu arada Hikmet Altınkaynak'ın Sabahattin Ali - Markopaşa Yazıları ve Ötekiler (1987) derlemesi de adı geçen dizide çıktı. Yazar üzerine incelemeler arasında Kemal Sülker'in Sabahattin Ali Dosyası (1968), Asım Bezirci'nin Sabahattin Ali/Hayatı, Hikâyeleri, Romanları (1974), Kemal Bayram'ın Sabahattin Ali Olayı (1978), Filiz Ali Laslo ile Atilla Özkırımlı'nın Sabahattin Ali (1979), Reşit M. Ertüzün'ün Sabahattin Ali Olayının Gerçeği (1985), Filiz Ali'nin "Filiz Hiç Üzülmesin" (1996), Ramazan Korkmaz'ın Sabahattin Ali (1997) adlı kitapları ve Almanya'da yayımlanan Elisabeth Siedel'in Sabahattin Ali Mystiker und Sozialist adlı çalışması sayılabilir.
"SAYIN BAŞBAKAN" MI, "TAYYİP BEY" Mİ?
"SAYIN BAŞBAKAN" MI, "TAYYIP BEY" MI?
Arkadaşlar, durumu ve bütün esprileri kesinlikle anladıklarını ifade edip, "Tamam biz akşam balık yemeye gidiyoruz, orada sıkılırsanız gelin" deyip, benimle olan dostluklarım tekrar gözden geçirmek için telefonu kapatıyorlar!
Evet efendim. NATO zirvesi için Topkapı Sarayı'nda verilen davette ben de vardım.
Şimdi, bu önemli toplantıyla ilgili anılarımı ve dünya barışına yaptığım katkıyı okuyacaksınız!
"Başbakan daveti" deyince, insan bir durup düşünüyor. Ne giymeli, nasıl oturmalı kalkmalı. Olur da Başbakanla, Cum-hurbaşkanı'yla tanışırsan nasıl hitap etmeli. "Sayın Başbakanım" fazla resmi, azıcık da yalaka mı ne? "Tayyip Bey" desen, o da Başbakan'a değil, apartman yöneticisine hitap eder gibi, hafif laubali. Bırak onu, George Bush gelip sohbet etmek isterse, terbiyesizleşmeden nasıl iki tane laf sokmalı? Hayır zevkle terbiyesizleşilir de, davetliyiz, o da bir yerde misafir, ayıptır.
Elbette bütün bunları düşünmek için çok geç, çünkü zarif
eşim, yılın en önemli davetine gideceğimizi bana aynı gecenin sabahında haber verdiği için, kıyafetti, saçtı baştı, fazla seçeneğim yok.
* Yolculuk Nereye Kardeşim kitabından.
Arkadaşlar, durumu ve bütün esprileri kesinlikle anladıklarını ifade edip, "Tamam biz akşam balık yemeye gidiyoruz, orada sıkılırsanız gelin" deyip, benimle olan dostluklarım tekrar gözden geçirmek için telefonu kapatıyorlar!
Evet efendim. NATO zirvesi için Topkapı Sarayı'nda verilen davette ben de vardım.
Şimdi, bu önemli toplantıyla ilgili anılarımı ve dünya barışına yaptığım katkıyı okuyacaksınız!
"Başbakan daveti" deyince, insan bir durup düşünüyor. Ne giymeli, nasıl oturmalı kalkmalı. Olur da Başbakanla, Cum-hurbaşkanı'yla tanışırsan nasıl hitap etmeli. "Sayın Başbakanım" fazla resmi, azıcık da yalaka mı ne? "Tayyip Bey" desen, o da Başbakan'a değil, apartman yöneticisine hitap eder gibi, hafif laubali. Bırak onu, George Bush gelip sohbet etmek isterse, terbiyesizleşmeden nasıl iki tane laf sokmalı? Hayır zevkle terbiyesizleşilir de, davetliyiz, o da bir yerde misafir, ayıptır.
Elbette bütün bunları düşünmek için çok geç, çünkü zarif
eşim, yılın en önemli davetine gideceğimizi bana aynı gecenin sabahında haber verdiği için, kıyafetti, saçtı baştı, fazla seçeneğim yok.
* Yolculuk Nereye Kardeşim kitabından.
HALİDE EDİB ADIVAR
HALİDE EDİB ADIVAR, 1882’de İstanbul’da doğdu. Üsküdar’daki Amerikan Kız Koleji’nde okudu. 1908’de gazetelere yazmaya başladığı kadın haklarıyla ilgili yazılarından ötürü gericilerin düşmanlığını kazandı.
31 Mart Ayaklanması sırasında bir süre için Mısır’a kaçmak zorunda kaldı. 1909’dan sonra eğitim alanında görev alarak öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. 1919’da Sultanahmet Meydanı’nda, İzmir’in işgalini protesto mitinginde etkili bir konuşma yaptı. 1920’de Anadolu’ya kaçarak Kurtuluş Savaşı’na katıldı.
Kendisine önce onbaşı, sonra üstçavuş rütbesi verildi. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ile siyasal görüş ayrılığına düştü. Ardından 1917’de evlendiği ikinci eşi Adnan Adıvar’la birlikte Türkiye’den ayrıldı. 1939’a kadar dış ülkelerde yaşadı.
O yıllarda konferanslar vermek üzere Amerika’ya ve Mahatma Gandhi tarafından Hindistan’a çağrıldı. 1939’da İstanbul’a dönen Adıvar, 1940’ta İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü başkanı oldu, 1950’de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954’te istifa ederek evine çekildi ve 1964’te öldü.
31 Mart Ayaklanması sırasında bir süre için Mısır’a kaçmak zorunda kaldı. 1909’dan sonra eğitim alanında görev alarak öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. 1919’da Sultanahmet Meydanı’nda, İzmir’in işgalini protesto mitinginde etkili bir konuşma yaptı. 1920’de Anadolu’ya kaçarak Kurtuluş Savaşı’na katıldı.
Kendisine önce onbaşı, sonra üstçavuş rütbesi verildi. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ile siyasal görüş ayrılığına düştü. Ardından 1917’de evlendiği ikinci eşi Adnan Adıvar’la birlikte Türkiye’den ayrıldı. 1939’a kadar dış ülkelerde yaşadı.
O yıllarda konferanslar vermek üzere Amerika’ya ve Mahatma Gandhi tarafından Hindistan’a çağrıldı. 1939’da İstanbul’a dönen Adıvar, 1940’ta İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü başkanı oldu, 1950’de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954’te istifa ederek evine çekildi ve 1964’te öldü.
Uğur Mumcu
Uğur Mumcu, ailesi Ankaralı olmasına karşın, 22 Ağustos
1942de, babasının görevi nedeniyle bulundukları Kırşehir'de doğdu. Babası
Ankara'ya atanınca, Ulus'ta Devrim ilkokulunda başladığı ilköğrenimini
Bahçelievler'deki Ulubatlı Hasan ilkokulunda tamamladı, Cumhuriyet Ortaokulu ve
Deneme Lisesini bitirdikten sonra (1961), Ankara Hukuk Fakültesine girdi.
Uğur Mumcu, öğrencilik yıllarında "bilgi sahibi
olmadan fikir sahibi olunamayacağı"™ kavramış, etkin, coşkulu, çok okuyan,
araştıran ve sorgulayan bir gençti. Onun öncülüğünde yapılan toplantılara
zamanın politikacıları, bilim ve sanat insanları çağrılıyor,
"münazara'lardaki başarılarıyla dikkati çekiyordu. Daha 20 yaşındayken
"Türk Sosyalizmi" başlıklı yazısıyla Yunus Nadi Makale Yarışmasını
kazandı. Hukuk Fakültesini bitirince (1965), bir süre avukatlık yaptı. Sonra
dil öğrenmek için ingiltere'ye gitti, dönüşünde Hukuk Fakültesinin idare Hukuku
Profesörü Tahsin Bekir Balta'nın asistanı oldu.
12 Martın aydınlara yönelik
baskıcı tutumundan o da payına düşeni aldı; askerliğini yapmak için
hazırlanırken tutuklandı, sonrasında "Sakıncalı Piyade" sayıldı.
Askerlik dönüşü gazetecilikte karar kıldı, üniversiteden ayrıldı. Yön, Kim,
Devrim, Türk Solu, Ortam, Akşam, Milliyet ve Yeni Oıtam'dan sonra uzun süre
Cumhuriyet'te yazdı. Ölümünden önce 25; ölümünden sonra yazılarının toplandığı
4O'ı aşkın kitabı yayımlandı.
Atatürkçü, laik, cumhuriyetçi, demokrat bir Türkiye'nin
yılmaz savunucusu; devrimci, hep emekten yana olan, hep araştıran ve sorgulayan
gazeteci Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 günü otomobiline konan bir bomba ile inandığı
değerler uğruna öldürüldü.
NÂZIM’IN BURSA’SI
Yaşamının 13 yıla yakını hapishanelerde geçen Nâzım Hikmet, Bursa Cezaevinde 11 yıla yakın tutsak kalmış ve Memleketimden İnsan Manzaraları, Piraye İçin Yazılmış: Saat 21- 22 Şiirleri başta olmak üzere en beğenilen eserlerini Uludağ’ın yanı başındaki bu kentte kaleme almıştır.
Bursa’da yüzlerce mekânda yüzlerce tanıkla görüşülerek yapılan bu çalışmada görüldü ki Nâzım Hikmet, İkinci Dünya Savaşı’nın hüküm sürdüğü yıllarda, ülkemizde tek parti yönetiminin iktidar olduğu dönemde, cezaevine değişik nedenlerden girmiş insanların düşünce dünyasını değiştirmiştir. O, Bursa Cezaevini bir enstitüye çevirmiş, insanlara yaşama bir başka pencereden bakmayı öğretmiştir.
Bursa’nın kaplıcalarında, hanlarında, sokaklarında, evlerinde, Nâzım Hikmet’in ve onu ziyarete gelenlerin ayak izlerini görmeniz mümkündür.
Bursa’da daha kaç evde Nâzım’ın izleri var bilinmez ama onun izlerini koruma ve kayıp eserlerini, dünyamıza kazandırmada yetkililere büyük görev düşmektedir...
Güney Özkılınç
* Yüzümde Nazım İzi Var kitabından..
Bursa’da yüzlerce mekânda yüzlerce tanıkla görüşülerek yapılan bu çalışmada görüldü ki Nâzım Hikmet, İkinci Dünya Savaşı’nın hüküm sürdüğü yıllarda, ülkemizde tek parti yönetiminin iktidar olduğu dönemde, cezaevine değişik nedenlerden girmiş insanların düşünce dünyasını değiştirmiştir. O, Bursa Cezaevini bir enstitüye çevirmiş, insanlara yaşama bir başka pencereden bakmayı öğretmiştir.
Bursa’nın kaplıcalarında, hanlarında, sokaklarında, evlerinde, Nâzım Hikmet’in ve onu ziyarete gelenlerin ayak izlerini görmeniz mümkündür.
Bursa’da daha kaç evde Nâzım’ın izleri var bilinmez ama onun izlerini koruma ve kayıp eserlerini, dünyamıza kazandırmada yetkililere büyük görev düşmektedir...
Güney Özkılınç
* Yüzümde Nazım İzi Var kitabından..
Kısa ve Öz Mustafa Kemal Atatürk
Atatürk, 1893'te (Selanik) girdiği askeri mektebi 1905'te (İstanbul) kurmay-yüzbaşı rütbesini alarak bitirmişti. M. Kemal'in öğretim durumunu, Selanik'teki askeri ortaokul, manastırda lise (1899) İstanbul'da harp okulu (1902) ve harp akademisi olarak sıralamak mümkündür.
O, bu suretle askeri bilgiler için, zamanının bütün normal öğretim kademelerini başarı ile atlamıştır. Kurmay (erkânı-harp) sınıflarındaki okuma devresi kendisine yükseköğretimin en ileri bilgi ve görgülerini kazandırmıştır.
Bunu her vesile ile kendisi daima hatırlardı. O, kurmay sınıflarında iken memleketin siyasi durumu ile ilgilenmiş, istibdada karşı hür fikirler yayan gizli neşriyatı okuması ve arkadaşlarıyla konuşmaları sayesinde, daha o zamandan memleketin siyasi mukadderatı için meşgul olmaya başlamıştır.
O yıllarda harp akademisine ayrılan az sayıda genç subay talebeler, binlerce harp okulu gençlerine hitabeden hür fikirleri yaymak için çeşitli vasıtalardan faydalanmışlardı. Bu arada tertip ettikleri gizli gazetelerin yazıları bizzat M. Kemal'in kaleminden çıkmıştır.
M. Kemal okuma devrelerinde anlayışlı, zeki ve çalışkan, hatta bazen fazla atılgan bir talebe olarak hocalarının takdirini kazanmış ve dikkat nazarlarını çekmiştir.
Aynı zamanda M. Kemal, öğretim devresinin her kısmında yazı yazmaya ve hatta manastırdaki okulda iken edebiyat ve şiire merak sarmış ve hitabet tecrübeleri için hiçbir fırsatı kaçırmamıştır. Ders kitaplarından gayri ne bulursa okumuş, harp akademisinde ve devlet merkezindeki müşahedeleri onda derin izler bırakacak kadar kuvvetli olmuştur. Bu tahsil çağından sonra 1905'den 1908'e kadar M. Kemal, Suriye'de ve Makedonya'da vazife görmüştür.
Bu yıllarda M. Kemal, bir taraftan mesleki bilgilerini tatbiki sahada ilerletirken bir taraftan da memleket idaresi için ikinci meşrutiyetin ilanından önceki siyasi faaliyetlere katılmıştı. Bu maksatla Şam'da kurduğu (Ekim 1906) Vatan ve Hürriyet adı altındaki siyasi cemiyetin faaliyetini Makedonya'ya intikal ettirmiş bulunuyordu.
İkinci meşrutiyetten önce Makedonya ve bilhassa Selanik, her bakımdan Osmanlı İmparatorluğu'nun en faal merkezlerinden biridir. Siyasi fikirler orada teşkilatlanmış ve olgunlaşmış, askeri birliklerin önemli kısımları orada toplanmıştır. Askeri ve sivil aydınlar zümresinin büyük faaliyeti bu bölgede merkezileşmiştir.
1907 yılında M. Kemal, kolağası (kıdemli yüzbaşı) rütbesiyle Makedonya üçüncü ordu müfettişliğinde vazifelidir. Aynı zamanda ''İttihat ve Terakki'' cemiyetinin gizli çalışmalarında yer almaktadır.
Makedonya'da (23 Temmuz 1908) hürriyet ilan edilince, Osmanıl İmparatorluğu'nda ikinci meşrutiyet devri açılmıştır.
M. Kemal bu inkılaptan sonra ordu mensuplarının günlük politika konularıyla meşgul olmasını istememektedir.
İktidarı ele alan ve siyasi bir parti olarak iş başına geçen İttihat ve Terakki mensupları, bu fikri kabul etmek istememektedirler. Çünkü ihtilali başarabilmek için ordu mensuplarına dayanılmış olduğu gibi, iktidarı devam ettirebilmek için de yine onların siyasi faaliyetine ihtiyaç hissediliyordu.
M. Kemal, ordunun ıslahını istediği gibi, talim ve terbiye için gerekli çalışmaların yapılmasına çok önem vermekteydi.
Meşrutiyetin ilanından sonra, M. Kemal bütün dikkat ve ilgisini askeri çalışmalar üzerinde toplamıştır. O, subayların yeni esaslara göre mesleki bilgilerini arttırmak için yayın yapılmasını lüzumlu addediyordu.
Selanik'te Üçüncü Ordu Subay Talimgâhı Komutanlığı'nda (1909) iken, bu işlere daha çok vakit ayırmıştır. Osmanlı ordusunun Alman usulüne göre ıslahat hareketini zaruri bulmakla beraber, yine de kendi askeri hayatımızdan alınmış tecrübelerin bu işte rol oynamasını istemektedir.
M. Kemal imzasıyla 1908-1918 yılları arasında küçük broşürler halinde yayımlanmış kitapların tarih sıralarına göre isimleri şunlardır:
1) Takımın Muhabere Talimi, General Litzman'dan tercüme, Selanik. 10 Şubat 1324-(1908) (64 sayfa)
2) Cumalı Ordugâhı. Süvari, Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları. Selanik 1325-(1907) (41 sayfa)
3) Beşinci Kolordu Erkânı-Harbiye Tabiye ve Tatbikat Seyahati. Selanik 1327-(1911) (40 sayfa) (*)
4) Bölüğün Muharebe Talimi. General Litzman'dan tercüme İstanbul 1328-(1912) (74 sayfa)
5) Zabit ve Kumandan ile Hasbihal. İstanbul 1334 -(1918) (32 sayfa).
* Zabit ve Kumandan ile Hasbihal kitabından alıntı yapılmıştır.
O, bu suretle askeri bilgiler için, zamanının bütün normal öğretim kademelerini başarı ile atlamıştır. Kurmay (erkânı-harp) sınıflarındaki okuma devresi kendisine yükseköğretimin en ileri bilgi ve görgülerini kazandırmıştır.
Bunu her vesile ile kendisi daima hatırlardı. O, kurmay sınıflarında iken memleketin siyasi durumu ile ilgilenmiş, istibdada karşı hür fikirler yayan gizli neşriyatı okuması ve arkadaşlarıyla konuşmaları sayesinde, daha o zamandan memleketin siyasi mukadderatı için meşgul olmaya başlamıştır.
O yıllarda harp akademisine ayrılan az sayıda genç subay talebeler, binlerce harp okulu gençlerine hitabeden hür fikirleri yaymak için çeşitli vasıtalardan faydalanmışlardı. Bu arada tertip ettikleri gizli gazetelerin yazıları bizzat M. Kemal'in kaleminden çıkmıştır.
M. Kemal okuma devrelerinde anlayışlı, zeki ve çalışkan, hatta bazen fazla atılgan bir talebe olarak hocalarının takdirini kazanmış ve dikkat nazarlarını çekmiştir.
Aynı zamanda M. Kemal, öğretim devresinin her kısmında yazı yazmaya ve hatta manastırdaki okulda iken edebiyat ve şiire merak sarmış ve hitabet tecrübeleri için hiçbir fırsatı kaçırmamıştır. Ders kitaplarından gayri ne bulursa okumuş, harp akademisinde ve devlet merkezindeki müşahedeleri onda derin izler bırakacak kadar kuvvetli olmuştur. Bu tahsil çağından sonra 1905'den 1908'e kadar M. Kemal, Suriye'de ve Makedonya'da vazife görmüştür.
Bu yıllarda M. Kemal, bir taraftan mesleki bilgilerini tatbiki sahada ilerletirken bir taraftan da memleket idaresi için ikinci meşrutiyetin ilanından önceki siyasi faaliyetlere katılmıştı. Bu maksatla Şam'da kurduğu (Ekim 1906) Vatan ve Hürriyet adı altındaki siyasi cemiyetin faaliyetini Makedonya'ya intikal ettirmiş bulunuyordu.
İkinci meşrutiyetten önce Makedonya ve bilhassa Selanik, her bakımdan Osmanlı İmparatorluğu'nun en faal merkezlerinden biridir. Siyasi fikirler orada teşkilatlanmış ve olgunlaşmış, askeri birliklerin önemli kısımları orada toplanmıştır. Askeri ve sivil aydınlar zümresinin büyük faaliyeti bu bölgede merkezileşmiştir.
1907 yılında M. Kemal, kolağası (kıdemli yüzbaşı) rütbesiyle Makedonya üçüncü ordu müfettişliğinde vazifelidir. Aynı zamanda ''İttihat ve Terakki'' cemiyetinin gizli çalışmalarında yer almaktadır.
Makedonya'da (23 Temmuz 1908) hürriyet ilan edilince, Osmanıl İmparatorluğu'nda ikinci meşrutiyet devri açılmıştır.
M. Kemal bu inkılaptan sonra ordu mensuplarının günlük politika konularıyla meşgul olmasını istememektedir.
İktidarı ele alan ve siyasi bir parti olarak iş başına geçen İttihat ve Terakki mensupları, bu fikri kabul etmek istememektedirler. Çünkü ihtilali başarabilmek için ordu mensuplarına dayanılmış olduğu gibi, iktidarı devam ettirebilmek için de yine onların siyasi faaliyetine ihtiyaç hissediliyordu.
M. Kemal, ordunun ıslahını istediği gibi, talim ve terbiye için gerekli çalışmaların yapılmasına çok önem vermekteydi.
Meşrutiyetin ilanından sonra, M. Kemal bütün dikkat ve ilgisini askeri çalışmalar üzerinde toplamıştır. O, subayların yeni esaslara göre mesleki bilgilerini arttırmak için yayın yapılmasını lüzumlu addediyordu.
Selanik'te Üçüncü Ordu Subay Talimgâhı Komutanlığı'nda (1909) iken, bu işlere daha çok vakit ayırmıştır. Osmanlı ordusunun Alman usulüne göre ıslahat hareketini zaruri bulmakla beraber, yine de kendi askeri hayatımızdan alınmış tecrübelerin bu işte rol oynamasını istemektedir.
M. Kemal imzasıyla 1908-1918 yılları arasında küçük broşürler halinde yayımlanmış kitapların tarih sıralarına göre isimleri şunlardır:
1) Takımın Muhabere Talimi, General Litzman'dan tercüme, Selanik. 10 Şubat 1324-(1908) (64 sayfa)
2) Cumalı Ordugâhı. Süvari, Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları. Selanik 1325-(1907) (41 sayfa)
3) Beşinci Kolordu Erkânı-Harbiye Tabiye ve Tatbikat Seyahati. Selanik 1327-(1911) (40 sayfa) (*)
4) Bölüğün Muharebe Talimi. General Litzman'dan tercüme İstanbul 1328-(1912) (74 sayfa)
5) Zabit ve Kumandan ile Hasbihal. İstanbul 1334 -(1918) (32 sayfa).
* Zabit ve Kumandan ile Hasbihal kitabından alıntı yapılmıştır.
Ölü Deri
Bu orospu evladı Z.’nin yanından geçerken niye tükürdü şimdi? Durduk yere. Tam dibine, soluna. Belki de ayağına nişan almıştı. Neden öyle bir şey yapsın ki? Hayır canım, o kadar uzun boylu değildir, değildir herhalde. Koca kentin, giderek tüm memleketin en kalabalık caddesinde, varoluşu boyunca hep gözde olmuş bu kevaşe caddede, caddenin hıncahınç insanla dolu olduğu bir saatte, bu insanlık müsveddesi, anlaşılır şey değil, onlarca kişiyi es geçsin de dibine tükürmek için Z.’yi seçsin.
Z. onu kışkırtmış olamaz. Hiçbir şey yapmadı. Ne var ki, bir on adım önce görmüştü onu, karşıdan geliyor, Z.’ye bakıyordu. Z. başını eğdi, kaldırdı, hâlâ, yine eğdi. Sanki Z.’yi bellemiş, hedefe kilitlenmiş geliyordu, bir şey olacak, bir şey olacak, olmasın... Z.’nin sol bacağı, sol bacağı çekiliyordu. Yabancı biri, herhangi biri tarafından izlendiğini fark ettiğinde, gerekçe ne olursa olsun, öyle deme anlıyor da insan, nereye varacağını kestiremese de hangi bakışın ne olduğunu biliyor, bir sonuca bağlansın bağlanmasın üstünde gözler hissedince, kem ya da değil, doğru dürüst yürüyemiyor Z.. Spotlar altında yere çömelesi geliyor. Bir gün gelecek dayanamayıp bunu yapacak. Diz çökmek değil, dizleri kıvırıp çömelmek, sonra dertop olmak, o araba reklamındaki gibi – küçülünce güvende. Kalabalığın ortasında ya da karşı ağzından bir başkasını kusan ıssız bir ara sokakta. Geçene dek.
Artık ö getiren bir fotoğraf: Meydanda renkleri boz pardösülerle uyumlu güvercinler havalandı.
Bacağı çekiliyor, adımı savruluyordu. Herif onun solundan geçti, ayağının tam dibine tükürdü.
Sen omuz tokuşturmaya pike yapan apaçilerin heveslerini kursaklarında bırakmak için kıçını yırt, beş saniyecik bir zaman diliminde baştan aşağı süzüp seslerini duyabileceğin kadar yakına geldiklerinde ucu açık bir küfrü salıverenlere kulak asma, sana değildir, neden olsun, tehdit kol geziyor, pürdikkat olmalı, hep yol ver; düz bir çizgi izlemektense dingillerinde bir sorun varmış gibi, hep üstüne üstüne, çaprazlamasına yürüyenleri atlat, sonra da orospu evladının teki yanından geçerken lök diye tükürsün. Ne yapacaksın? Ne yapmalıydı? Z. ne yaptı? Hiç. Geçti artık Bor’un pazarı. Yürümeye devam etti. Herhalde öteki de. Çoktan uzaklaşmıştır. Hiç değilse durup bakmalıydı.
Evet, evet, durup bakmalıydı. “Ne?” dese, “Ne ne? Ebeninki” demeliydi, kısaca, pabucunun kenarını göstererek, duraksamadan. Kafasını çevirmeksizin geçip gitmek yerine “ebeninki” demeliydi, tabii ya, herif pişkin pişkin, “Ne?” diyebiliyorsa...
“Ananınki” değil, “ebeninki”, çünkü özellikle bunlar, katil adayları, gizil hırsızlar, “delikanlılar” anaya küfür konusunda aşırı duyarlılık gösteriyorlar, Z.’nin başına açacağı iş haddini aşabilirdi. Kimse ille de anasına küfredilsin istemez elbette ama küfür, bunlar için, analarının gerçekten düdüklendiği anlamını taşıyor. Her gün, aynada bunun kanıtını görüyorlar. Bilinmez, Z. gibilerinde de onların bu bitimsiz sıkıntılarına karşı bir anlayış uyanıyordur belki. Diplerine tükürüldüğünde bu yüzden gık çıkarmıyorlar; anası düdüklendi, doğal, bir de ben üstüne gitmeyeyim diyorlardır. Şakası bir yana...
Dünyanın en iyi adamı ifadesini takınarak boynuna sımsıkı sarılmış küçük kızını göğsünde taşıyan bir adam. Yanında: Her zaman elinde çiçek taşımadığını göstermek istermişçesine kasımpatısını parmaklarının ucunda bir fazlalık gibi tutan, dudaklarına da bir gülücük germiş, bitli bir gezmen, kafasındaki mevsim dışı şapkayla hâlâ Joplin’i seviyor. Çocuk anayla babayı görünüşte birbirine benzetiyor, orası kesin.
Geçmiyor. Ne yapmalı? Peşinden mi koşmalı? E hadi diyelim koştu, hatta yakaladı, ne diyecek? “Affedersiniz, siz az önce...” Boş versene, artık kınayı ancak kıçına sürebilir.
Herif Z.’nin dilsizliğinden iyice cesaret alıp yönünü değiştirmiş, arkasından geliyor olmasın sakın, bulaşacak belki, haplanmıştır, saat daha erken ama ne belli? Birdenbire koluna giriverip... Sabaha karşı, sabaha karşı olur mu düpedüz sabahın bir körüydü, gün ışımış, Z. uyudu uyuyacak, sokaktan yatağa koşturuyor, biri koluna girivermişti, Z. kurtulmak için ellerini ceplerden çıkarınca, soğuktu, uykusuzluk da var, o saatte nereden dönüyor, bunun önemi yok, dirseğine yapışmıştı adam. Z.’yi tanıdığını söylüyor, Z. kurtulmak istiyor, bırak, bırakmıyor, hatırlamadım, üsteliyor, ben seni hatırladım... “Gitmem gerek, annem hasta”, demişti Z.; “benimki de öyle” diye karşılık vermişti öteki. Z. kaçmıştı. Dirseğini kurtardı, arkasına bakmadı, duymadı.
Galiba bende suç, diye düşünüyor. Mıknatıs gibi. Oysa öyle hali tavrı, üstü başıyla belayı davet edenlerden değildir. Öylesinden olmamaya uzun zaman önceden beri özen gösteriyor. Peki ya ne öyleyse?
Ne ardından koşanı ne de üstüne eğileni görülen bir madeni para çiling’i. Belki de onu düşüren, boş verdi.
İzliyor mudur gerçekten? Hayır canım, o kadar da değil. Ola ki Z. yanılıyordur, o eciş bücüş, börekçi çırağı dudaklarıyla bir daha karşı karşıya gelirse, bu kez ondan önce davranıp, sırıtır mı, gerçekten bir şey yapmak gerekir, örneğin omuz üstünden arkaya, orospu evladının yoluna tükürmek gibilerinden bir şey... Uzlaştıklarını göstermek için. “İlk seferde hazırlıksız yakalandım, özür dilerim, oysa ben de meğer...”
İkinci kez bir şey yapmamayı kendine yediremez. Dönüp bakacak mı? İzliyor mudur? Hayır. Onun yitirecek şeyleri var. Hayır, peşinden gelmiyordur, abartmayalım.
Dönüp baksaydı ve hadi diyelim ötekini arkasında görseydi, her saatin gölgesinden daha yakın, cadde, tüm bu cadde sadece onların, ikisinin olurdu. Bir süreliğine sadece ikisinin. Yitirecek şeyleri olduğunu düşünmeseydi ve fırsatı değerlendirip o orospu evladına açık bir karşılık verseydi, sonunda da bütün kaportası değişesiye dayak yeseydi bile, hemen oracıkta ve temelli başka biri olurdu. Yazık.
Ya da... Bunca çelimsiz olmasına karşın, her şeye karşın, onu, varsın bir an için olsun, altına alamayacağını kimse kesin olarak öngöremez; Z.’nin sinirleri her zaman epey bozuktu, hiç olmazsa bu konuda işe yaramalı, üstelik bilendi, bileniyor, dişleri gıcırdıyor, gıcırdatıyor gece yatarken; herif parmak ucuyla Z.’nin göğsüne vuruyor, itekliyor, tahrik, itekledikçe Z. anında hazırola geri dönse de bir geri adım atmaktan kendini alamıyor, bir, iki, yapma, yapma... Okkalı bir küfür, uzatmadan, üçüncüye izin vermeden. Biri horozlanma sırasında Z.’nin bir arkadaşına “götü boklu” demişti, bu gülünç küfrün karşılığında arkadaşı “Senin ananı, avradını ...” deyivermiş, kavga öyle başlamıştı.
Altında. Nasıl düştüğünü görmedi, anlamadı ama Z. altına aldı orospu evladını. Önemli olan da bu ve ona vuruyor. Tamam işte, öncesi nasılı yok, elinin üstündeki deriler açıldı, patladı, çingene pembesi capcanlı dokular, doku yitimi, bu zevke değer, aşırı canlı deri, denge için nasır gerek insana, kupkuruluk, Z.’nin nasırını şimdiye dek iş değil korku ördü, neyse şimdi koruyor ya onu... Orospu evladı karşılık veremiyor, bunu düşlemek zor değil, çırpınıyor, çırpındıkça daha çok zevk veriyor, kurban bacaklarını savuruyor ama boşuna, derken Z. birilerinin kollarını tuttuğunu hissediyor, hayır, sağıyla suratına geçirdikçe geçiriyor, geçirebildiğince, arkadan çekiyorlar, çekiş güçleniyor, yeniden küfre başlıyor, ayıracaklar, ayırıyorlar onları, elinin acısından düşmanınınkini az buçuk kestiriyor ve leziz bir haz alıyor bundan, haliyle, bunun filmini bile yaptılar, öyle değil mi?.. Z.’yi kaldırdılar, kalktı, öteki de aynen, tutuyorlar, orospu evladı aranmakta, silah gerek kahpeye, tuğla, şişe, taş, sopa, bıçağı var, Z.’nin bir arkadaşı bıçaktan çok tırsar, kâbuslarında bıçaklar görürdü... Hırlıyor, kudurdu, Z.’yi tutan ahtapot daha sıkı sarılıyor gövdesine, küfre devam ama aslında sırtını verdiği yerden ayrılmaya niyeti artık yok, öteki sıyrılıyor... Yapacak. Z. de boş durmamalı, aranmalı. Ancak zar zor kavrayabileceği genişlikte bir beton parçası: Tehdit unsuru değil, zaman içermiyor dense yeri, eline aldıktan, avuçladıktan sonra çok kısa bir süren var, kaldırdın mı, kaldırabildin mi indireceksin, burnuna doğrultup bak vururum diyecek kadar zaman tanımıyor adama, elde taşınabilecek gibi değil, caydırıcı değil, erteleyici ya da engelleyici değil, kaçmayı ve kaçırmayı içermeyen ne varsa, onda.
Nasıl büyüdü iş? Herkes Z.’nin önünü kapıyor. Ötekinin cebinde bir şey...
Neden olmasın? Söylesene... Neden o orospu evladı bunu yapmasın? Neden yapmasınlar? Ya o? Z....
Bir sigara yakmalı, silahtır. Köpekler salgılanan kokuyu almıştır.
Gelmiyordur, tamam, gelmiyor, geçti...
Z.’nin yürüdüğü yönde kuşku tırmanıyor, gitgide daha geniş bir alana yayılıyor. Kendini güvende hissetmesi olanaksız artık.
Polisler. İçlerinden bir kadın güzel. Tuhaf.
Z. yaşamı boyunca böylesinden olsun olmasın bir sürü herifi dövdüğünü düşledi. Kavga davetiyesi çıktıktan hep daha sonra. Demek ki, düşlerini gerçekleştirebilecek bile olsa, fırsat kaçmışken. Hiç kavga başlatmadığı gibi çıkan davetiyelere de yanıt vermedi. Düşüncesinde yüz kavgadan alnının akıyla çıktı da gerçekte bir itişmecik yaşamadı. Ne fiske yedi, ne attı. Burnunu yanağına yapıştırdığı kişinin kalkıp gırtlağını kestiğini, yüzünü imzaladığını düşünmekten alamadı kendini. Düşleri hep iki uçlu oldu. Kavganın kapısında ona her zaman bir dehşet hançer salladı. Boğulma endişesi bu. Bilmediği bir deniz, bilmediği bir yüzme, kalakaldığı yerde ayaklarını donduruyor. Yıllar geçtikçe o dilek daha da uzaklaşıyor, tıpkı bir kötürümün koşmayla arasındaki uzaklığın gitgide açılmasında olduğu gibi.
Kavgayı hâlâ, ne yazık, bilmiyor. Kavga konusunda milli olamamış bir otuzbirci o. İş öyle bir hal almış ki, artık birinin kaçınılmaz tecavüzüne gereksinimi var. Kafası böyle işlerken bu da zor görünüyor. Önlemler, önlemler, herhalde doğrudan suratına tükürülmesi gerekiyor. Bazıları için anlatması bile ne kolay: “– Ne oldu? – Orospu çocuğunun teki yanımdan geçerken tam ayağımın dibine tükürdü, ister istemez ‘ebenin...’ dedim, döndü, döndüm ve gerisi...” Yitirecek şeylerinin olduğunu düşünmek, sanmak, kaçışın en emin yollarından. Saygın, sorumluca bir davranış dersin. Ya... Kazın ayağı öyle değil.
İnsan kalabalığı bir hava durumu gibi. Başını kaldırmana izin vermeyen bir yağış.
Bir kezinde yürürken, önü sıra iki sporcu ızbandudun kavgadan konuştuklarını anımsıyor: Dinlemiş, bakmıştı. İki ızbandut, bedenlerini değiştirmek adına, herhangi bir yüce ülkü uğruna ter dökenler, ter dökmeseler de emek harcayanlar ve bununla şişinenler kadar, okuyup edenlerin perhizinden çok daha sıkı bir perhizle, oruçla, disiplinle çalışmışlardı ve doğal olarak amaçlardan, sonuçlardan söz ediyorlardı aralarında, başarılardan, başarısızlıkların özürlerinden. Hepi topu aynı.
Acaba kimse gördü mü? Z.’nin ardından gelenlerden biri, birkaçı görmüş olabilir mi ayağına, tamam ıska geçerek tükürüldüğünü ve onun suspus kaldığını? Gören varsa, en iyi olasılıkla, orospu evladını eleştirmiş, derken önlerinde Z.’yi tın tın görünce, sözü döndürüp dolaştırıp onu yermeye başlamışlardır: Herif de ağzını açmadı, ne yapsın o da, ama bunlara artık... Bunlara artık ne? Z. suçlu çıktı, değil mi? Gelmiş arkasından konuşuyorlar, atıp tutuyorlar, ardından da... neyse... vitrinde bir şeye takıldılar.
Orospu evladının gittiği öteki yöndeyse, varsa görenler, öteki herife yüklenenler, izledikleri kaldırım dizisini değiştirip olayı Z.’nin yönündekilerden daha çabuk atlatmışlardır. Onlar için, aslında hiçbiri için bir şey değil tabii, kimseye giren çıkan bir şey yok.
El kol hareketleriyle anlaştıkları sırada iki dilsizin arasından geçti: Bir söyleşim ancak bu kadar net bölünebilir.
Kafasını orospu evladından alamıyor. Neden böyle bir şey oldu ki şimdi? Keşke yanında beklemediği bir şemsiye açılmış da şaşırmış, ürkmüş gibi bakıverseydi... Şaşırmış gibi... Yapmadı çünkü onun farkındaydı, şaşırmak, şaşırmış rolü oynamak için fazlasıyla farkındaydı. Olaydan önce, aşağı yukarı bir on adımdır...
Değer miydi? Ya buna değer mi?
Keşke tüm olası tanıkları yollarından çevirip anlatabilse... “Değmezdi çünkü... Sizce hatalı mı davrandım?” Neden onlara soruyorsa... Bu şekilde davranmanın doğru olduğunu biliyor. Pişmanlık nesi öyleyse? Kavga etseydi daha mı iyiydi? Geçmiyor. Düşündükçe daha hızlı soluyor, daha hızlı yürüyor. Düşündükçe içinde salyalarını akıtan bir meclis toplanıyor: alaycılar, önlemliler, küskünler, sivriakıllılar, saflar, ödlekler, dostlar, ezikler... Her biri kendince rendeliyor Z.’yi. Orospu evladı da orada, meclise karışmış, söz alıyor, sesi hep aynı tonda: Gür ve küçümseyici. Diğer tüm sesleri her seferinde bastırıyor olmaktan dört köşe, alay ediyor. Soru soruyorlar ve onlarla alay ediyor: “Dibine tükürdüm çünkü tipine gıcık oldum...”; Z. göz ucuyla bir camekânı kesiyor, nesi var ki? “İlgisi yok, geberiyorum hastalıktan”; bak, gördün mü, bir de adama durduk yere küfredecektin, diyor içeriden bir karı kılıklı. Z.’nin işe yaramaz kızgınlığı başkalaşmakta besbelli.
Bunlardan kaçış yok ama öp başına koy. Seni sürekli kavga halinde olmaktan, insan ilişkisinin bu türünden uzak tutuyor. Bu kadarına da katlanacaksın. Beklenmedik bir çıkış: “Ayağına tükürdüm çünkü gıkını çıkarmayacağından adım kadar emindim.” Bu acıttı. Yavaşlıyor, çöküyor. Sözümona doğruyu yapmak, sözümona mantıklı davranmak yitirme korkusundan başka bir şey değil. Neyi yitirecek? “Yapmıyorum” düşüncesini, inanışını. Onun yerine “Yapamıyorum çünkü ödüm bokuma karışıyor” tümcesini kabullenmek öyle kolay iş değil. Orospu evladı sırıtıyor. Onda korkudan eser yok. Oysa mecliste enikonu kalabalıklar. İçeride bir sürü farklı kafadan ses çıkıyor. Dışarıdaysa çıt yok. Suçlu o, kendisi. Evet, Z. de, hepsi de ondan korkuyor.
Cezayı kesiyor orospu evladı: “Doğurgan mecliste sonsuz yargı.” Bu hötöröf meclise, kafasında dönüp duran sözlere sadece ve sürekli kulak misafiri olmaya mahkûm.
Özgür olabilmek için kendini linç mi ettirmeli?
Bir öğürtü tırmanıyor. Mideden fışkıran kokulu bir ses değil bu, düğüm düğüm gırtlaktan doğup ağza kalın bir sis gibi oturacak, çürük yumurta kokusunun, uykusuzluğun dilin üstünde bıraktığından daha az leş olmayan, belli belirsiz bir tat. Tükürmek istiyor. O tat bir karış boğazdan bir tutam çeneye birikiyor da birikiyor. Çenesini, çenesine kramp girecekmiş gibi, tikliler gibi açıp kapıyor. ‘A’ ve ‘ı’ seslerini çıkarmaya elverişli bir çene jimnastiği. Hızlanıyor, kaçar adım, başı önünde, ağzını açıp kapıyor. Ağzının bir tulumba işlevi gördüğünü neden sonra anlıyor; çekiyor, dudaklarının arasından ‘u’ harfleri dökülüyor, uluyor.
Tamam, yeter, üzgünüm, diyor Z., değişeceğim ya da ne söylememi istiyorsan... Bir dahaki sefere söz. Yoruldum. Artık çok yoruldum. Kolay değil. Dile olsun kolay değil anasını satayım.
Ayakkabı boyacısı çocuklar dizilmiş sol kanada. Fırçalarıyla tamtamlarını çalmaya koyulmuşlar.
Hepsi hezeyan, başka bir şey değil, tüm olanlar, iyisi kötüsü, her biri hezeyan, insan tepeye çıkıp çıkıp aşağıya kayıyor, yoruldum, sıkıldım, dinleyen kim, o zaman tepeye çıkma olduğun yerden kay, olduğun yerden de aşağıya... Kim söylüyor bunu? Kendi denilen iblis mi? Bir daha, bir daha, öyle istemiyorum demek yok, sonuna dek, hezeyan hezeyan üstüne, tamam bir kez devir ama bir kez, büyük, kocaman, koskocaman bir karmaşa içinde ama bir daha, bir daha, kimi zaman neredeyse keyif alarak, yeminle, insanın doğasında var, ardından gene nefret ederek, dev bir ordunun tecavüzüne uğruyorsun sanki, pes etsen, bari desen, birini, ikisini böyle atlatsan, derken gene, bir kez daha, gerçeğe boyun eğmek, bir in, bir sığınak, düş kurmak, bir dal, geri kalan ömrünü bir inde geçirmeye ya da sürekli tek bir dala asılı kalmaya dayanabilir mi insan? Yapan aynı kişi olur mu? En başta ne istiyordu? Sadece sığışmak ve kurtulmak mı?
Bir herif var, sen de bilirsin belki, hep aynı kalıpla, “Şarap alacağım, tersoyum” kalıbıyla dilenir. Sözde harbi. Z. o herife para vermişti, çok oldu. Şimdi feci bir tiksinti uyandırdı kendisinde. Zamanla iyice kararmış, sevimliliğini yitirmiş.
Kesilecek elbet. Hepsi susacak, yarım, bilemedin bir saat sonra. Sonra ne olacak? Bir s.kim olacağı yok. Z. önce aklını orospu evladının anısından sıyırmaya çalışıp bir şeyler içebileceği bir yer bakınacak, bulacak. Anında tepesinde bitiveren garsona sipariş verecek: Kırmızı şarap. Şişe mi, kadeh mi? Şişe. Garson gülümseyecek, daha saat kaç?
Z. iki kadeh içip kenefe kalkacak, işeyecek, ayna karşısında bozulmamış üstünü başını düzeltecek. Yüzünü yüzüne yaklaştırınca, orospu evladının anısı geri gelecek. Gözlerinin önünde o iğrenç surat bir kez daha acınası bir hal alacak. Yeniden, evet yeniden, bu kez kuşku da yok, orospu evladını yerlerde süründürüp, o her zaman gülümsermiş izlenimini veren ifadesinin silindiğini, yerine kurtulmaktan başka bir şey istemeyen bir yenisinin geldiğini düşünecek. Düşünce bu kez orospu evladının lehine tersyüz olmayacak ama bir sona ermeden gevşemeye, dağılmaya başlayacak. Orada hemen dur deyip, bunları içtiği iki kadehe verecek ve plastik kutudan sabun sağarak terli ellerini yıkayacak. Aynaya döndüğünde, suyun soğukluğuna dudaklarını büzüştürerek karşılık verdiğinde, oysa iyi bir insana benziyorum, diyecek, aklımdan bunların geçmesi ne tuhaf.
* Zavallı - Orçun Türkay'ın kitabından alıntı yapılmıştır.
Adil Düzen (Necmettin Erbakan)
Adil Düzen (Necmettin Erbakan’ın idealindeki meşhur ekonomik sistem): Siyaset dünyamızın içindeki partilerin savundukları bir ekonomi politikasının olması zorunlu bir durumdur. Ancak savunulan fikirlerin ülkenin içinde bulunduğu bütün sorunlara çözüm bulması beklenir. Peki, “Adil Düzen” böyle bir şey miydi?
Savunduğu “Adil Düzen” fikriyle Millî Görüş çizgisinin lideri Erbakan, tartışılmaz bir şekilde Türk siyasetine damgasını vuran kişilerden biri oldu. “Adil Ekonomik Görüş” onun üzerinde en çok durduğu konulardan biriydi. “Adil Düzen”, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılarak tarih sayfasına gömülen Refah Partisi (RP)’nin savunduğu ekonomik ve politik yaklaşımı ifade eden sistemin genel adıydı.
RP, bu görüşünü ilk kez 1991 Genel Seçimleri’nde gündeme getirdi. “Adil Düzen” düşüncesinde, bütün ekonomik faaliyetlerin özel kesim tarafından yürütülmesi esas alınıyordu. Devletin ekonomik faaliyetlerde bulunmadığı sistemde, devletin görevlerinden biri tekelleşmeyi önlemekti. Gerçek anlamda tekelden arındırılmış, özel teşebbüse dayalı bir düzen esas alınıyordu. RP lideri Erbakan’ın internet sitesinde konuya ilişkin detaylar şu şekilde sıralanıyordu:
“Adil Düzen”de istikrar var; vergi bellidir. Kur bellidir. Para ancak mal karşılığı piyasaya çıkar, faiz yoktur. Bu istikrarlı zeminde özel ve tüzel kişiler kaynakların en iyi şekilde kullanılmasında serbestçe aktif rol oynarlar.”
“Adil Düzen”in ülkedeki bütün sorunların çözümü olarak sunulması yeteri kadar inandırıcı değildi. Ülke ekonomisinin geldiği nokta itibariyle, siyasi ve ekonomik çevreler bu düşünceyi yaşanan sorunlara çözüm getirebilecek olgunlukta görmüyorlardı.
“Adil Düzen” konusunda en önemli gelişme 1994’te yaşandı. Partisinin grup toplantısında konuşan Erbakan, Türkiye’de mutlaka “Adil Dü-zen”e geçileceğini savunarak unutulamayacak bir tehdit savurdu: “Şimdi soru şu? Bu geçiş kanlı mı olacak, kansız mı, acı mı olacak, tatlı mı, sert mi olacak, yumuşak mı?” Erbakan’ın bu sözleri, RP’nin siyasi yaşamını sona erdiren kilometre taşlarından biri oldu.
Savunduğu “Adil Düzen” fikriyle Millî Görüş çizgisinin lideri Erbakan, tartışılmaz bir şekilde Türk siyasetine damgasını vuran kişilerden biri oldu. “Adil Ekonomik Görüş” onun üzerinde en çok durduğu konulardan biriydi. “Adil Düzen”, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılarak tarih sayfasına gömülen Refah Partisi (RP)’nin savunduğu ekonomik ve politik yaklaşımı ifade eden sistemin genel adıydı.
RP, bu görüşünü ilk kez 1991 Genel Seçimleri’nde gündeme getirdi. “Adil Düzen” düşüncesinde, bütün ekonomik faaliyetlerin özel kesim tarafından yürütülmesi esas alınıyordu. Devletin ekonomik faaliyetlerde bulunmadığı sistemde, devletin görevlerinden biri tekelleşmeyi önlemekti. Gerçek anlamda tekelden arındırılmış, özel teşebbüse dayalı bir düzen esas alınıyordu. RP lideri Erbakan’ın internet sitesinde konuya ilişkin detaylar şu şekilde sıralanıyordu:
“Adil Düzen”de istikrar var; vergi bellidir. Kur bellidir. Para ancak mal karşılığı piyasaya çıkar, faiz yoktur. Bu istikrarlı zeminde özel ve tüzel kişiler kaynakların en iyi şekilde kullanılmasında serbestçe aktif rol oynarlar.”
“Adil Düzen”in ülkedeki bütün sorunların çözümü olarak sunulması yeteri kadar inandırıcı değildi. Ülke ekonomisinin geldiği nokta itibariyle, siyasi ve ekonomik çevreler bu düşünceyi yaşanan sorunlara çözüm getirebilecek olgunlukta görmüyorlardı.
“Adil Düzen” konusunda en önemli gelişme 1994’te yaşandı. Partisinin grup toplantısında konuşan Erbakan, Türkiye’de mutlaka “Adil Dü-zen”e geçileceğini savunarak unutulamayacak bir tehdit savurdu: “Şimdi soru şu? Bu geçiş kanlı mı olacak, kansız mı, acı mı olacak, tatlı mı, sert mi olacak, yumuşak mı?” Erbakan’ın bu sözleri, RP’nin siyasi yaşamını sona erdiren kilometre taşlarından biri oldu.
Yeniköy İskele Restaurant
Yeniköy İskele Restaurant Görkemli yalıları, kilise ve sinagogları ile Boğaziçi'nin hafızasının önemli timsallerinden biri olan Yeniköy'de, 61 yıldır hizmet veren meyhane. Adı üstünde, Yeniköy Vapur İskelesi'nden çıkar çıkmaz sizi buyur ediyor.
Hemen yanında da sonradan açılmış deniz motoru iskelesi bulunuyor. Müşterilerinin yüzüne, mezesine ve muhabbetine geldikleri meyhanenin şimdiki işletmecisi Levail Balkılıç, bu hikâyenin son 45 yılının tanığı.
Balkılıç barba geleneğini devam ettirmeye çalışan eski bir meyhaneci. Her gün mekânda bulunuyor ve mutfaktan müşteri ilişkilerine her alanla ilgileniyor. Yerli, yabancı birçok yazar, sanatçı ve siyasetçiyi de ağırlamış olan restoran, artık yarım porsiyon.
Anlaşmazlık nedeniyle, yıllardır oturdukları binanın yarısını terk ediyorlar. Lakin artık, boğaza tepeden bakan bir terasları var. Restorandan bir de önemli iddia: ''Rum usulü hazırlanan yaprak ciğer tüm Boğaz'a buradan yayılmıştır!"
TAN MORGÜL
Hemen yanında da sonradan açılmış deniz motoru iskelesi bulunuyor. Müşterilerinin yüzüne, mezesine ve muhabbetine geldikleri meyhanenin şimdiki işletmecisi Levail Balkılıç, bu hikâyenin son 45 yılının tanığı.
Balkılıç barba geleneğini devam ettirmeye çalışan eski bir meyhaneci. Her gün mekânda bulunuyor ve mutfaktan müşteri ilişkilerine her alanla ilgileniyor. Yerli, yabancı birçok yazar, sanatçı ve siyasetçiyi de ağırlamış olan restoran, artık yarım porsiyon.
Anlaşmazlık nedeniyle, yıllardır oturdukları binanın yarısını terk ediyorlar. Lakin artık, boğaza tepeden bakan bir terasları var. Restorandan bir de önemli iddia: ''Rum usulü hazırlanan yaprak ciğer tüm Boğaz'a buradan yayılmıştır!"
TAN MORGÜL
Afif Yesari
Yesari, Afif (1922-1989) Erken Cumhuriyet döneminin ünlü romancısı Mahmut Yesari'nin oğludur. Babasının desteğinden yoksun olarak hayata atılmış, ilkokuldan sonra okuyamamış, kendi kendisini yetiştirmiştir. Hikâye kitapları ve düşünce tiyatrosu adını verdiği özgün bir tiyatro uygulaması üzerine oyunları vardır. Ancak maişet motorunu çalıştırabilmek için "Muzaffer Ulukaya" takma adıyla 180 kadar sahte Mike Hammer romanı kaleme almış ve 1955-1960 arasında yayınlanan bu polisiye romanlar türün meraklılarının beğenisini kazanmıştır.
Hayat gailelerini unutmak amacıyla içenlerdendir. İçmeyi bir yaşam şartı olarak benimsemiştir. Mickey Spillane'in yarattığı ünlü detektif Mike Hammer gibi her fırsatta içmiştir. Yazdığı ilk sahte Mike Hammer romanlarında kahramanın içiciliği hep vurgulanmıştır. Yayımcısının zoruyla her hafta, üç gün içinde 96 sayfalık bir Mike Hammer romanının yazılması mecburiyeti ve bunun verdiği stresle baş ederken mide kanaması geçirmiş ve içkiyi bırakmak zorunda kalmıştır. Bu durumu hemen yazdığı kahramanına da aksettirmiş; yeni öykülerinde Mike Hammer de mide kanaması geçirip içemez hâle gelmiştir. Anılarında içemediği için kendisiyle alay eden dostlarına kızmaktan başka elinden bir şey gelmediğini; ama polisiye öykülerinde Mike Hammer'e içemediği için kendisiyle alay edenlerin ağzını burnunu kırdırttığını ve böylece alaycıları dövmüş kadar rahatladığını anlatır.
* Erol Üyepazarcı Korkmayınız Mister Sherlock Holmes, Cilt: 1
Hayat gailelerini unutmak amacıyla içenlerdendir. İçmeyi bir yaşam şartı olarak benimsemiştir. Mickey Spillane'in yarattığı ünlü detektif Mike Hammer gibi her fırsatta içmiştir. Yazdığı ilk sahte Mike Hammer romanlarında kahramanın içiciliği hep vurgulanmıştır. Yayımcısının zoruyla her hafta, üç gün içinde 96 sayfalık bir Mike Hammer romanının yazılması mecburiyeti ve bunun verdiği stresle baş ederken mide kanaması geçirmiş ve içkiyi bırakmak zorunda kalmıştır. Bu durumu hemen yazdığı kahramanına da aksettirmiş; yeni öykülerinde Mike Hammer de mide kanaması geçirip içemez hâle gelmiştir. Anılarında içemediği için kendisiyle alay eden dostlarına kızmaktan başka elinden bir şey gelmediğini; ama polisiye öykülerinde Mike Hammer'e içemediği için kendisiyle alay edenlerin ağzını burnunu kırdırttığını ve böylece alaycıları dövmüş kadar rahatladığını anlatır.
* Erol Üyepazarcı Korkmayınız Mister Sherlock Holmes, Cilt: 1
Mahmut Yesari
Yesari, Mahmut (1895-1945) Çulluk, Tipi Dindi gibi yapıtlarıyla dönemine tanıklık eden, çok okunan roman ve oyun yazarı; karikatürist. İyi akşamcıydı ve tüberkülozdu. Değişmekte olan bir toplumun yaşamından gerçekçi sahnelerin yer aldığı roman ve hikâyelerinde her iki konu da ayrıntılı işlenir. Yakacık Mektupları bir tüberküloz hastanesi röportaj öyküleri topluluğudur. Nâzım Hikmet'le evinde yatıya kalacak kadar iyi arkadaştı. O dönemde tanıdığı kendinden yirmi yaş genç yazar Cahit Uçuk'la evliliğini, Cahit'in teklifiyle yaptı. Bir gün Cahit Uçuk'ların evine yemeğe gitmişti, lezzetli yemekler yenildi, bir aralık Cahit Uçuk bir soru sordu: "Benimle evlenir misiniz Yesari Bey?" Bir ay sonra nikâh haberi yayımlandı.
Yazarlık ve gazetecilikle geçinen Yesari, gazetelerde tefrika edilen romanlarını defterlere yazardı. Ömer Rıza Doğrul bu defterlerde bir tek karalamanın olmadığını vurgular. Rifat Ilgaz, bir konuşmamızda gazete patronu Halil Lütfi Dördüncü ile yazar Mahmut Yesari'nin bir düellosunu anlatmıştı. Dördüncü, muhasebeye "Yesari çok içiyor, işi aksatabilir, romanının tamamını teslim etmeden para vermeyin" diye emir verir. Yesari yeni romanının ilk üç dört defterini getirince öğrenir durumu; defterleri bırakmaz, bir hafta sonra on-onbeş defteri bırakır, parasının ilk bölümünü alır. Diziciler üç defter sonra konunun değiştiğini görürler. Yesari eski defterleri bırakmıştır meğer. Acele yazarı bulurlar. O da onlara yeni defterleri gösterip güler, "yeni bölümleri verdikçe paramı hemen almalıyım."
SENNUR SEZER
* Cahit Uçuk Silsilename / Selim İleri "Unuttuğumuz Mahmut Yesarî", Zaman, 11 Nisan 2009
Yazarlık ve gazetecilikle geçinen Yesari, gazetelerde tefrika edilen romanlarını defterlere yazardı. Ömer Rıza Doğrul bu defterlerde bir tek karalamanın olmadığını vurgular. Rifat Ilgaz, bir konuşmamızda gazete patronu Halil Lütfi Dördüncü ile yazar Mahmut Yesari'nin bir düellosunu anlatmıştı. Dördüncü, muhasebeye "Yesari çok içiyor, işi aksatabilir, romanının tamamını teslim etmeden para vermeyin" diye emir verir. Yesari yeni romanının ilk üç dört defterini getirince öğrenir durumu; defterleri bırakmaz, bir hafta sonra on-onbeş defteri bırakır, parasının ilk bölümünü alır. Diziciler üç defter sonra konunun değiştiğini görürler. Yesari eski defterleri bırakmıştır meğer. Acele yazarı bulurlar. O da onlara yeni defterleri gösterip güler, "yeni bölümleri verdikçe paramı hemen almalıyım."
SENNUR SEZER
* Cahit Uçuk Silsilename / Selim İleri "Unuttuğumuz Mahmut Yesarî", Zaman, 11 Nisan 2009
Yeşilçam
Yeşilçam Gazeteciler ile sinemacıların, renkli ve aykırı yaşamları nedeniyle, alkole, rakıya düşkünlük konusunda başı çektiği görülür. Rakının alkollü içkiler arasında çok özel bir yeri var kuşkusuz. Özellikle de hiçbir yabancı katkı içermeyen, yalnızca Türk patentli olması. Ayrıca "has Türk erkeği"ne özgü bir tanımlamayla aslan sütü, bu anlamda bir gerçeği yansıtır. Bir rakı kültürünü de...
Rakının Türk filmlerindeki sinemasal yansımasına girmeden önce, Yeşilçam'ın ünlü rakıcılarına bir göz atsak; alkole, yani rakıya yenik düşenler ile adam gibi içerek güzelleşenlere... Rakı içmek, rakılamak kültürel bir olgu aslında.
Rakının Türk filmlerindeki sinemasal yansımasına girmeden önce, Yeşilçam'ın ünlü rakıcılarına bir göz atsak; alkole, yani rakıya yenik düşenler ile adam gibi içerek güzelleşenlere... Rakı içmek, rakılamak kültürel bir olgu aslında.
Yeşilay (Yeşilay Cemiyeti; Hilal-i Ahdar Cemiyeti)
Yeşilay (Yeşilay Cemiyeti; Hilal-i Ahdar Cemiyeti) İçki ve uyuşturucu ile mücadele amacıyla kurulan dernek. Yeşilay Cemiyeti'nin kuruluşu, 1. Dünya Savaşı'nın ve onu izleyen Milli Mücadele'nin sıkıntılı yıllarında, "düşmanların, topla tüfekle yenemeyeceğini anladığı Türk milletini, içki ve uyuşturucu maddelerde çökertmeyi hedeflediğini" düşünen bir grup Osmanlı-Türk aydınının fikriydi. Bu grupta aralarında Fahrettin Kerim Gökay ve Mazhar Osman Uzman'ın da bulunduğu çok sayıda hekim, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Hakkı Tarık Us, Ahmet Emin Yalman gibi fikir adamları, askerler, maliyeciler, hukukçular ve Bediüzzaman Said Nursi gibi din adamları vardı.
5 Mart 1920 günü, cuma namazından sonra Matbuat Cemiyeti'nde bir araya gelen grubun gayri resmi olarak kurduğu Hilal-i Ahdar'ın [hilal ay, ahdar yeşil demekti] ilk başkanı Dr. Hacı Emin Paşa oldu. Cemiyetin sembolü ise iki ucu sağa bakan yeşil bir hilaldi. Yeşil renk içkiyi ve uyuşturucuyu bıraktıktan sonra ulaşılacağı düşünülen "huzur ve mutluluğu" temsil ediyordu. Hilal-i Ahdar mensuplarının ilk eylemi, Men-i Müskirat Kanunu teklifinin meclisten geçmesini sağlamak oldu.
Hilal-i Ahdar adı önce Yeşil Hilal, sonra da Yeşilay'a çevrildi. Cemiyetin başına Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekimi olan Mazhar Osman Bey geçti. Yeşilay, 1930'da Türkiye İçki Aleyhtarı Gençler Cemiyeti'ni kurdu ve İçki Düşmanı Gazete'yi yayımlamaya başladı. Her yıl mart ayının ilk haftası Yeşilay Haftası ilan edildi. Cemiyet ağırlıklı olarak bu haftada, ayrıca Yeşil Gün ve Üzüm Bayramı adı verilen piknik günlerinde, Yeşil Sahne adını verdiği tiyatrosunda ve Yeşil Yurt adlı gazetesinde "içki düşmanı ülküsünü" yayıyordu.
Yeşilay'ın en popüler olduğu dönem, 2. Dünya Savaşı'nın etkisiyle halkın içkiden uzaklaşması için uygun koşulların ortaya çıktığı 1946 yılıydı. Basının taktığı adla Yeşilaycılar, yoğun bir içki karşıtı kampanya yürütmüşlerdi. Ancak, aynı yılın aralık ayında, Recep Peker Hükümeti'nin pahalı rakı yüzünden artan mavi ispirto bağımlılığı gerekçesiyle rakıyı ucuzlatmaya niyet etmesi, Yeşilay'ı zor durumda bıraktı. Bu sırada cemiyetin başında Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay vardı. Ancak Gökay ve arkadaşlarının çabası işe yaramadı ve hükümet 1947 ocak ayında rakıyı ucuzlattı. 1949-1957 yılları arasında İstanbul Valiliği yapan Fahrettin Kerim Gökay, görev döneminde sokaklardan sarhoşları toplayarak içkiye karşı amansız mücadelesini devam ettirdi. Ancak cemiyet 1940'lardaki popülaritesine bir daha kavuşamadı.
AYŞE HÜR
5 Mart 1920 günü, cuma namazından sonra Matbuat Cemiyeti'nde bir araya gelen grubun gayri resmi olarak kurduğu Hilal-i Ahdar'ın [hilal ay, ahdar yeşil demekti] ilk başkanı Dr. Hacı Emin Paşa oldu. Cemiyetin sembolü ise iki ucu sağa bakan yeşil bir hilaldi. Yeşil renk içkiyi ve uyuşturucuyu bıraktıktan sonra ulaşılacağı düşünülen "huzur ve mutluluğu" temsil ediyordu. Hilal-i Ahdar mensuplarının ilk eylemi, Men-i Müskirat Kanunu teklifinin meclisten geçmesini sağlamak oldu.
Hilal-i Ahdar adı önce Yeşil Hilal, sonra da Yeşilay'a çevrildi. Cemiyetin başına Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekimi olan Mazhar Osman Bey geçti. Yeşilay, 1930'da Türkiye İçki Aleyhtarı Gençler Cemiyeti'ni kurdu ve İçki Düşmanı Gazete'yi yayımlamaya başladı. Her yıl mart ayının ilk haftası Yeşilay Haftası ilan edildi. Cemiyet ağırlıklı olarak bu haftada, ayrıca Yeşil Gün ve Üzüm Bayramı adı verilen piknik günlerinde, Yeşil Sahne adını verdiği tiyatrosunda ve Yeşil Yurt adlı gazetesinde "içki düşmanı ülküsünü" yayıyordu.
Yeşilay'ın en popüler olduğu dönem, 2. Dünya Savaşı'nın etkisiyle halkın içkiden uzaklaşması için uygun koşulların ortaya çıktığı 1946 yılıydı. Basının taktığı adla Yeşilaycılar, yoğun bir içki karşıtı kampanya yürütmüşlerdi. Ancak, aynı yılın aralık ayında, Recep Peker Hükümeti'nin pahalı rakı yüzünden artan mavi ispirto bağımlılığı gerekçesiyle rakıyı ucuzlatmaya niyet etmesi, Yeşilay'ı zor durumda bıraktı. Bu sırada cemiyetin başında Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay vardı. Ancak Gökay ve arkadaşlarının çabası işe yaramadı ve hükümet 1947 ocak ayında rakıyı ucuzlattı. 1949-1957 yılları arasında İstanbul Valiliği yapan Fahrettin Kerim Gökay, görev döneminde sokaklardan sarhoşları toplayarak içkiye karşı amansız mücadelesini devam ettirdi. Ancak cemiyet 1940'lardaki popülaritesine bir daha kavuşamadı.
AYŞE HÜR
Yesevi törenleri
Yesevi törenleri Yesevi törenlerinde dinsel oyun vardır. Alevilikteki semah, Mevlevilikteki sema oyunlarının atası sayılan bu oyun da çok eskilere dayanır. Yesevilik, Eski Türklerin inançlarını İslam örtüsü ile bezeyip bozkır insanına sunar. Bu inançlar Anadolu'da Bektaşilik biçiminde kurumlaşır. Kopuzun yerini bağlama, şaman dualarının yerin deyişler alır; eski adı bengi olan dinsel oyunlar semaha dönüşür.
Böylesine bir evrimle yola çıkan Bektaşilik şarabı dinsel inancın sembolik bir birimi olarak kabul eder. Denetimli ve özdenetimli içkiye sevecen bakar. Sünni öğretinin katı kurallarını biçimsel bulur ve eleştirir. Bu konuda en güzel deyişlerden birini Bektaşi babası Edip Harabi (1853-1915) söyler:
Ey zahit, şaraba eyle ihtiram,
Müslüman ol, terk et kîl ü kali
Ehline helaldir na ehle haram
Biz içeriz bize yoktur vebali
Sevaba girmekçün içeriz şarap
İçmezsek oluruz duçar-ı azap
Aklın ermez senin bu başka hesap
Meyhanede bulduk biz bu kemali
Böylesine bir evrimle yola çıkan Bektaşilik şarabı dinsel inancın sembolik bir birimi olarak kabul eder. Denetimli ve özdenetimli içkiye sevecen bakar. Sünni öğretinin katı kurallarını biçimsel bulur ve eleştirir. Bu konuda en güzel deyişlerden birini Bektaşi babası Edip Harabi (1853-1915) söyler:
Ey zahit, şaraba eyle ihtiram,
Müslüman ol, terk et kîl ü kali
Ehline helaldir na ehle haram
Biz içeriz bize yoktur vebali
Sevaba girmekçün içeriz şarap
İçmezsek oluruz duçar-ı azap
Aklın ermez senin bu başka hesap
Meyhanede bulduk biz bu kemali
Semih Evin
Yapımcı-yönetmen Semih Evin (1920-1987), Beyoğlu Balıkpazarı'ndaki tarihi Cumhuriyet Meyhanesi'ni mesken tutmuştu yıllarca. Kendine özel olarak ayrılmış bir masası vardı üst katta. İkinci adresi, evi gibiydi. Katıksız bir akşamcıydı. Ve rakısını ne güzel yudumlardı, tek başına sessizce. O hep yalnız ve yorgun gecelerin adamıydı.
Rakıcıların uzun soluklu sohbet mekânı meyhaneler olduğuna göre, hemen şu meyhaneli filmler gelir akla. 1958'de İhsan Noyan'ın Meyhane Köşeleri, 1958'de Lütfi Ö. Akad'ın Meyhanecinin Kızı, 1964'te Türker İnanoğlu'nun Meyhaneci ve 1968'de ise Nevzat Pesen'in Meyhanenin Gülü. Meyhanecinin Kızı'nı Sezen Sezin, Meyhanenin Gülü'nü de Türkan Şoray oynar. Bu tür meyhane sahnelerinin uzatmalı meyhanecisi de Faik Coşkun babadır (1914-1978) kır saçlarıyla.
Meyhane sahnelerinin gerçek dekorlarından biri de, Pangaltı'da Dolapdere'ye inen yokuşun başındaki ünlü Kulüp Meyhanesi'ydi 1960'lı yıllarda. Aşk acısı çekenlerin, mutluluğu rakı kadehlerinde arayanların, Sadri Alışık gibi Efkârlıyım Abiler (1966) diyenlerin, evlilik yıldönümlerini kutlayanların mekânı ve özellikle de bu tür film sahnelerinin platosuydu Kulüp Meyhanesi...
Rakıyı ve öteki alkollü içkileri konu alan popüler şarkıların da, ünlü sesler aracılığıyla, film sahnelerine sık sık yansıdığı görülür. İşte Pazar-Bir Ticaret Masalı (2010) adlı filmin bir sahnesinde Dario Moreno'yu dinleriz kült şarkısıyla:
Her akşam votka rakı ve şarap
Kurtar beni ya Rab...
AGÂH ÖZGÜÇ
Rakıcıların uzun soluklu sohbet mekânı meyhaneler olduğuna göre, hemen şu meyhaneli filmler gelir akla. 1958'de İhsan Noyan'ın Meyhane Köşeleri, 1958'de Lütfi Ö. Akad'ın Meyhanecinin Kızı, 1964'te Türker İnanoğlu'nun Meyhaneci ve 1968'de ise Nevzat Pesen'in Meyhanenin Gülü. Meyhanecinin Kızı'nı Sezen Sezin, Meyhanenin Gülü'nü de Türkan Şoray oynar. Bu tür meyhane sahnelerinin uzatmalı meyhanecisi de Faik Coşkun babadır (1914-1978) kır saçlarıyla.
Meyhane sahnelerinin gerçek dekorlarından biri de, Pangaltı'da Dolapdere'ye inen yokuşun başındaki ünlü Kulüp Meyhanesi'ydi 1960'lı yıllarda. Aşk acısı çekenlerin, mutluluğu rakı kadehlerinde arayanların, Sadri Alışık gibi Efkârlıyım Abiler (1966) diyenlerin, evlilik yıldönümlerini kutlayanların mekânı ve özellikle de bu tür film sahnelerinin platosuydu Kulüp Meyhanesi...
Rakıyı ve öteki alkollü içkileri konu alan popüler şarkıların da, ünlü sesler aracılığıyla, film sahnelerine sık sık yansıdığı görülür. İşte Pazar-Bir Ticaret Masalı (2010) adlı filmin bir sahnesinde Dario Moreno'yu dinleriz kült şarkısıyla:
Her akşam votka rakı ve şarap
Kurtar beni ya Rab...
AGÂH ÖZGÜÇ
Cahide Sonku
Güzeller güzeli Cahide Sonku (1911-1981), Yıldırım Önal (1931-1982), Tugay Toksöz (1937-1988), Hayri Caner (1936-1998), Mesut Engin ve Suphi Kaner (1933-1963) alkole yenik düşen sinemacıların öne çıkanlarıydı. Suphi Kaner'in bir dergide çıkan ilanı oldukça ilgi çekiciydi. İçiciliğe tövbe ediyordu: "Sayın seyircilerim, meslektaşlarım. 24.2.1961 tarihinden itibaren, on yıldan beri devamlı olarak içtiğim içkiyi, gerek sıhhatimin ve gerekse dostlarıma karşı davranışlarımın anormalleşmesi bakımından bıraktım... Bundan böyle her kim beni, içki içerken veya içkili görürse kendilerine, tarafımdan 1000 TL ödenecektir. Hürmetlerimle."
Ne var ki ünlü güldürü ustası, seyircilerine ve Türk sinemasına verdiği sözü tutmamış, ilan tarihinden sonra, üç yıl daha içerek yaşama veda etmişti. Elbette, alkole yenik düşenlerin dramatik sonlarını, yalnızca içiciliğe bağlamak nasıl bir gerçeği yansıtır, tartışmaya açıktır. Alkol bağımlılığını tetikleyen yalnızlık ve sevgisizlik de bu konudaki temel nedenlerden biridir sonuçta.
Rakı, şişede göründüğü gibi durmaz. Alkolün iç ve dış etkileri, içene göre değişir. Kimi Sadri Alışık gibi her kadehte sevecenleşir, kimi de Cüneyt Arkın gibi hırçınlaşır. Alkollü yaşam, bilinçaltındaki iyi ya da kötü huyların dışavurumudur son tahlilde.
Ne var ki ünlü güldürü ustası, seyircilerine ve Türk sinemasına verdiği sözü tutmamış, ilan tarihinden sonra, üç yıl daha içerek yaşama veda etmişti. Elbette, alkole yenik düşenlerin dramatik sonlarını, yalnızca içiciliğe bağlamak nasıl bir gerçeği yansıtır, tartışmaya açıktır. Alkol bağımlılığını tetikleyen yalnızlık ve sevgisizlik de bu konudaki temel nedenlerden biridir sonuçta.
Rakı, şişede göründüğü gibi durmaz. Alkolün iç ve dış etkileri, içene göre değişir. Kimi Sadri Alışık gibi her kadehte sevecenleşir, kimi de Cüneyt Arkın gibi hırçınlaşır. Alkollü yaşam, bilinçaltındaki iyi ya da kötü huyların dışavurumudur son tahlilde.
Salih Tozan
Salih Tozan (1914-1963), Türk sinemasının en tatlı ve en keyifli içicilerindendi. İçtikçe açılanlardan, demlendikçe geçmişi bir güzel yaşayanlardandı.
Bir meyhane sohbetinde, bir anısını kendine özgü anlatımıyla şöyle dile getiriyordu:
"Bir gün hastalanıp Uludağ'a gitmiştim. Doktor, 'İçmeye devam edersen ölürsün' demişti. Rakı da bulamıyorum. Kim dinlerdi doktoru, bir bulsam. Bir kız gelip bana 'Artist olmak istiyorum' demişti. Bir şartım var, dedim. Üçyüz gram ispirto getirirsen. 'Ne yapacaksın?' dedi. Silineceğim kızım, dedim. Ve ispirtonun içine şeker atıp içtim. O gün karlar üzerinde yürüdüm inadına. Ben ölmedim. Arkasından bir baktım ki, bizim doktor ölmüş."
Bir meyhane sohbetinde, bir anısını kendine özgü anlatımıyla şöyle dile getiriyordu:
"Bir gün hastalanıp Uludağ'a gitmiştim. Doktor, 'İçmeye devam edersen ölürsün' demişti. Rakı da bulamıyorum. Kim dinlerdi doktoru, bir bulsam. Bir kız gelip bana 'Artist olmak istiyorum' demişti. Bir şartım var, dedim. Üçyüz gram ispirto getirirsen. 'Ne yapacaksın?' dedi. Silineceğim kızım, dedim. Ve ispirtonun içine şeker atıp içtim. O gün karlar üzerinde yürüdüm inadına. Ben ölmedim. Arkasından bir baktım ki, bizim doktor ölmüş."
Yıldırım Bayezıd ve 4 Meyhane Öyküsü
Yıldırım Bayezit (1369-1403) 4. Osmanlı padişahı. Kuruluş döneminin en ünlü padişahıdır. Anadolu ve Rumeli'de büyük fetihler yapmış ve devletinin sınırlarını genişletmiş, fakat Timur'un üstün güçlerine yenilip esir düşmüştür. Yıldırım Bayezit, Osmanlı Sultanları arasında içkiye düşkünlüğüyle tanınan ilk padişahtır.
Onu bir Sırp prensesi olan karısı Olivera'nın içkiye alıştırdığı söylenir. Savaşmadığı zamanlarda özellikle Bursa'daki sarayında yaptığı içki âlemleri ünlüdür. Dönemin din adamları içkiye eğilimini açıkça eleştirmişlerdir.
Bu konuda ünlü bir anekdota göre Niğbolu Zaferi'nin gelirleriyle yaptırdığı Bursa'daki Ulu Cami inşaatını dönemin ünlü âlimi Emir Çelebi'ye gezdirmişti.
Emir Çelebi,
- "Her şey çok güzel amma bir eksik var sultanım" deyince eksiği soran padişah şu yanıtı almıştı: - "Caminin dört köşesinde dört meyhane eksik."
EROL ÜYEPAZARCI
Onu bir Sırp prensesi olan karısı Olivera'nın içkiye alıştırdığı söylenir. Savaşmadığı zamanlarda özellikle Bursa'daki sarayında yaptığı içki âlemleri ünlüdür. Dönemin din adamları içkiye eğilimini açıkça eleştirmişlerdir.
Bu konuda ünlü bir anekdota göre Niğbolu Zaferi'nin gelirleriyle yaptırdığı Bursa'daki Ulu Cami inşaatını dönemin ünlü âlimi Emir Çelebi'ye gezdirmişti.
Emir Çelebi,
- "Her şey çok güzel amma bir eksik var sultanım" deyince eksiği soran padişah şu yanıtı almıştı: - "Caminin dört köşesinde dört meyhane eksik."
EROL ÜYEPAZARCI
Yeşilköy Rakısı
Yeşilköy Rakısı Tekel öncesi dönemde piyasada bulunan rakı markası. 19 Mayıs 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesine verdikleri erotik ilan dönemin ölçüleri içinde hayli cüretkârdır. İlandaki "kibar sofralarda kullanılır" ibaresi ayrıca dikkat çeker.
Yeşilköy Marmara Denizi kıyısında, Bakırköy ile Florya arasında tarihi semt; eski adıyla Ayastefanos. Eski bir Rum köyü olan Yeşilköy, ismiyle müsemma, ağaçlarla kaplı bahçeleri ve mesireleriyle bilinirdi. Adını Mösyö Röne'nin kurduğu nezih bahçe gazinosundan alan Röne Park, o günlere dair hâlâ yaşayan belirgin bir işarettir.
Semt 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren canlanıp kalabalıklaşmış, sayfiye kimliğini uzun süre koruduktan sonra, nüfus yapısı 1970 ve 80'lerle birlikte hızla değişmiştir. Lokanta ve meyhane dokusu sahilin yanı sıra Rum kilisesinin çevresinde, trafiğe kapalı sokakta toplanmıştır.
Burada bulunan Kumkapılı Ohannes Nergizyan'ın yeri Ogün, klasik meyhane geleneğini yaşatan mekânlar arasındadır. Vaktinde balıkçı köyü olan Yeşilköy, balıkçı barınakları ve meyhaneleriyle de ünlüydü. Gaskonyalılar'dan Ancelo da meyhane açmak için Yeşilköy'ü seçti.
Bugün, meyhaneler sokağı diye bilinen Çamözü'ne havasını veren yılların Bulgar'ın Yeri yakın zamanda kapandı. Kıyı doldurulmadan önce denizin kapısına kadar ulaştığı Balıkçı Hasan, sahibinin ölümünden sonra bir dönem sessizliğe bürünse de, restore edilerek tekrar açıldı.
TAN MORGÜL
Yeşilköy Marmara Denizi kıyısında, Bakırköy ile Florya arasında tarihi semt; eski adıyla Ayastefanos. Eski bir Rum köyü olan Yeşilköy, ismiyle müsemma, ağaçlarla kaplı bahçeleri ve mesireleriyle bilinirdi. Adını Mösyö Röne'nin kurduğu nezih bahçe gazinosundan alan Röne Park, o günlere dair hâlâ yaşayan belirgin bir işarettir.
Semt 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren canlanıp kalabalıklaşmış, sayfiye kimliğini uzun süre koruduktan sonra, nüfus yapısı 1970 ve 80'lerle birlikte hızla değişmiştir. Lokanta ve meyhane dokusu sahilin yanı sıra Rum kilisesinin çevresinde, trafiğe kapalı sokakta toplanmıştır.
Burada bulunan Kumkapılı Ohannes Nergizyan'ın yeri Ogün, klasik meyhane geleneğini yaşatan mekânlar arasındadır. Vaktinde balıkçı köyü olan Yeşilköy, balıkçı barınakları ve meyhaneleriyle de ünlüydü. Gaskonyalılar'dan Ancelo da meyhane açmak için Yeşilköy'ü seçti.
Bugün, meyhaneler sokağı diye bilinen Çamözü'ne havasını veren yılların Bulgar'ın Yeri yakın zamanda kapandı. Kıyı doldurulmadan önce denizin kapısına kadar ulaştığı Balıkçı Hasan, sahibinin ölümünden sonra bir dönem sessizliğe bürünse de, restore edilerek tekrar açıldı.
TAN MORGÜL
Yıldız Anason (İllicum verum)
Yıldız Anason (İllicum verum) Anavatanı Güney Batı Çin olan, yıldız biçimindeki meyvesinden kurutularak yararlanılan, manolyagiller familyasından yaprak dökmeyen ağaç. Yıldız anason hasadının büyük kısmı, tıbbi amaçlı tüketilir ve özellikle soğuk algınlığı ilaçlarının yapımında kullanılır. Ayrıca bu bitkinin, geleneksel Çin tıbbında olduğu gibi; Çin, Hint ve Endonezya mutfağında da geniş kullanım alanı vardır.
Yıldız anasonun, anason bitkisi ile bir benzerliği olmamasına karşın, meyveleri, anasonun tipik aromatik özelliğini veren anethol adlı maddeyi içerir. Bu nedenle anasondan daha ucuz bir hammadde olan yıldız anason, pek çok yerde anason yerine kullanılır. Hatta, sahte rakı yapımında da genellikle yıldız anasondan elde edilmiş anason esansının kullanıldığını bilinmektedir. FÜGEN BASMACI
Yıldız anasonun, anason bitkisi ile bir benzerliği olmamasına karşın, meyveleri, anasonun tipik aromatik özelliğini veren anethol adlı maddeyi içerir. Bu nedenle anasondan daha ucuz bir hammadde olan yıldız anason, pek çok yerde anason yerine kullanılır. Hatta, sahte rakı yapımında da genellikle yıldız anasondan elde edilmiş anason esansının kullanıldığını bilinmektedir. FÜGEN BASMACI
Yıldız Rakısı
Yıldız Rakısı İzmir'de üretilen bir rakı. Eyüb Sabri Bey, Refik Bey Çarşısı'ndaki işletmesinde Yıldız ismiyle bir rakı üretir ve "üzüm ve anasondan mamul yegâne rakıdır" sloganıyla satar. Yıldız Rakısı uzun ömürlü bir rakı olmuştur. 50 cl.'liğinin fiyatı 75 kuruştur.
A. NEDİM ATİLLA
* Ticari ve İktisadi İzmir Rehberi-1926
A. NEDİM ATİLLA
* Ticari ve İktisadi İzmir Rehberi-1926
Yoğurtlu mezeler
Yoğurtlu mezeler Anadolu beslenme kültüründe çok önemli yeri olan yoğurt, rakı sofralarını süsleyen mezelerin çoğunda da yer alır. Başlıca yoğurtlu meze örnekleri şöyledir:
Semizotu: Yıkanmış, çiğden kabaca doğranmış semizotu, zeytinyağı, limon, tuzla harmanlanır. Üzerine çırpılmış sarmısaklı veya sarmısaksız yoğurt gezdirilir.
Havuç Ezme: Rendelenmiş havuç, zeytinyağı tuzla yumuşayıp diri kalacak şekilde orta ateşte karıştırılarak pişirilir. Limon gezdirilip sarmısaklı veya sarmısaksız yoğurtla karıştırılır.
Kabak Ezme: Rendelenmiş kabak, zeytinyağı, tuzla yumuşayıp diri kalacak şekilde orta ateşte karıştırılarak pişirilir. Limon, kaba dövülmüş ceviz katılıp sarmısaklı veya sarmısaksız yoğurtla karıştırılır.
Patlıcanlı Ezme: Bostan patlıcanlar harlı ateşte doğrudan doğruya alev temasıyla çevrilerek kısa sürede közlenir. Yanmış kabukları temizlenir. Zeytinyağı, limon, tuz katılıp çatalla ezilir. Sarmısaklı veya sarmısaksız yoğurt ile karıştırılır.
Kırmızı Biber: Kırmızı etli biberler fırında ya da ocakta alev temasıyla közlenir. Kabukları soyulup kabaca doğranır. Üzerine yoğurt, sirke, zeytinyağı, sarmısak, tuzla hazırlanan yoğurt sosu gezdirilip karıştırılır.
Deniz Börülcesi: Harlı ateşte kaynayan tuzsuz bol suda haşlanan deniz börülcelerinin etli yeşil kısımları çalı gövdelerinden sıyrılarak alınır. Zeytinyağı limonla harmanlanır, üzerine sarmısaklı veya sarmısaksız yoğurt gezdirilip karıştırılır. Bünyesinde tuz içerdiğinden deniz börülcesine ayrıca tuz konmaz.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Halk arasında bu yönteme yoğurtlama denir. Balık bile yoğurtlanarak servis edilebilir.
GÖKÇEN ADAR
Semizotu: Yıkanmış, çiğden kabaca doğranmış semizotu, zeytinyağı, limon, tuzla harmanlanır. Üzerine çırpılmış sarmısaklı veya sarmısaksız yoğurt gezdirilir.
Havuç Ezme: Rendelenmiş havuç, zeytinyağı tuzla yumuşayıp diri kalacak şekilde orta ateşte karıştırılarak pişirilir. Limon gezdirilip sarmısaklı veya sarmısaksız yoğurtla karıştırılır.
Kabak Ezme: Rendelenmiş kabak, zeytinyağı, tuzla yumuşayıp diri kalacak şekilde orta ateşte karıştırılarak pişirilir. Limon, kaba dövülmüş ceviz katılıp sarmısaklı veya sarmısaksız yoğurtla karıştırılır.
Patlıcanlı Ezme: Bostan patlıcanlar harlı ateşte doğrudan doğruya alev temasıyla çevrilerek kısa sürede közlenir. Yanmış kabukları temizlenir. Zeytinyağı, limon, tuz katılıp çatalla ezilir. Sarmısaklı veya sarmısaksız yoğurt ile karıştırılır.
Kırmızı Biber: Kırmızı etli biberler fırında ya da ocakta alev temasıyla közlenir. Kabukları soyulup kabaca doğranır. Üzerine yoğurt, sirke, zeytinyağı, sarmısak, tuzla hazırlanan yoğurt sosu gezdirilip karıştırılır.
Deniz Börülcesi: Harlı ateşte kaynayan tuzsuz bol suda haşlanan deniz börülcelerinin etli yeşil kısımları çalı gövdelerinden sıyrılarak alınır. Zeytinyağı limonla harmanlanır, üzerine sarmısaklı veya sarmısaksız yoğurt gezdirilip karıştırılır. Bünyesinde tuz içerdiğinden deniz börülcesine ayrıca tuz konmaz.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Halk arasında bu yönteme yoğurtlama denir. Balık bile yoğurtlanarak servis edilebilir.
GÖKÇEN ADAR
Aydın Boysan
Aydın Boysan ünlü rakı yudumlama ritüelinde bütün tiryakilere örnek olacak bir metodoloji sergiler. Ona göre rakının hazzını artırmak için adım adım şöyle bir yol izlenmelidir:
"Bardağa ya da adı kadeh ise, ona, önce rakı dökülmez, önce soğuk su sonra soğuk rakı dökülür. İyi karışma böyle sağlanır. Böylece içmeye ciddi olarak hazırlanmış kadeh, önce ağza götürülmez, burna götürülerek koklanır. Derin nefes çekilir.
Daha sonra demci, arkasına yaslanarak bardağı ağzına yavaşça yaklaştırır ve önce mutlaka yarım yudum alıp hemen yutmaz... Ağzında yavaşça dolaştırıp, dişleri arasından ciğerlerine hava çeker. Amaç, mideden önce akciğerlerin de şölenden nasibini almasını sağlamaktır.
Alınacak ikinci yarım yudumdan sonra arkaya yaslanarak kafa hafiften yukarı kaldırılır, bütün yudum çok yavaş ve kibarca yutulur. Yutar yutmaz da oturulan yerde, helezoni olarak yavaşça sallanılır. Bu hareketin ciddi amacı, rakının mide borusundan helezoni olarak inmesini sağlamak, yani yolunu uzatmaktır. Bu hareket, fizik kanunlarının bir gereğidir.
Çünkü Bektaşilere göre, rakının bedene en çok zevk verişi, gırtlaktan mideye inişi sırasındadır. Bu yol helezoni olarak uzamalıdır ki, demcinin zevki artsın.
Herkes bilir: Develerin boynu çok uzundur. Bu nedenle yolda yürüyen Bektaşi, bir deve görünce kıskanmış ve Vay anam! Ne güzel içer bu yahu! demiştir."
Aydın Boysan Şerefe
yumruk mezesi Eski İstanbul sokaklarında gezinen ayaklı meyhanelerden bir küçük kadeh rakı alan işret erbabı, ayaküstü bir-iki yudumda işini görür, sonra elinin tersiyle ağzını silerdi. Bu hareket argoya yumruk mezesi adıyla yerleşti.
yuvarlamak İçki içmek, özellikle bir tek rakıyı bir yudumda içmek.
"Bardağa ya da adı kadeh ise, ona, önce rakı dökülmez, önce soğuk su sonra soğuk rakı dökülür. İyi karışma böyle sağlanır. Böylece içmeye ciddi olarak hazırlanmış kadeh, önce ağza götürülmez, burna götürülerek koklanır. Derin nefes çekilir.
Daha sonra demci, arkasına yaslanarak bardağı ağzına yavaşça yaklaştırır ve önce mutlaka yarım yudum alıp hemen yutmaz... Ağzında yavaşça dolaştırıp, dişleri arasından ciğerlerine hava çeker. Amaç, mideden önce akciğerlerin de şölenden nasibini almasını sağlamaktır.
Alınacak ikinci yarım yudumdan sonra arkaya yaslanarak kafa hafiften yukarı kaldırılır, bütün yudum çok yavaş ve kibarca yutulur. Yutar yutmaz da oturulan yerde, helezoni olarak yavaşça sallanılır. Bu hareketin ciddi amacı, rakının mide borusundan helezoni olarak inmesini sağlamak, yani yolunu uzatmaktır. Bu hareket, fizik kanunlarının bir gereğidir.
Çünkü Bektaşilere göre, rakının bedene en çok zevk verişi, gırtlaktan mideye inişi sırasındadır. Bu yol helezoni olarak uzamalıdır ki, demcinin zevki artsın.
Herkes bilir: Develerin boynu çok uzundur. Bu nedenle yolda yürüyen Bektaşi, bir deve görünce kıskanmış ve Vay anam! Ne güzel içer bu yahu! demiştir."
Aydın Boysan Şerefe
yumruk mezesi Eski İstanbul sokaklarında gezinen ayaklı meyhanelerden bir küçük kadeh rakı alan işret erbabı, ayaküstü bir-iki yudumda işini görür, sonra elinin tersiyle ağzını silerdi. Bu hareket argoya yumruk mezesi adıyla yerleşti.
yuvarlamak İçki içmek, özellikle bir tek rakıyı bir yudumda içmek.
Hamiyet Yüceses
Yüceses, Hamiyet (1916-1996) Sesinin kudretiyle ve özel repertuarıyla bir döneme damgasını vurmuş Türk sanat müziği şarkıcısı. Soyadı kanunu çıktığında aile büyükleri hayattaydı, ama sesine çok yakışan bu soyadını, hocaları Selahattin Pınar ve Sadettin Kaynak'ın önerisiyle, 18 yaşındaki genç Hamiyet aldı. Gazino sahnelerinde yıllardır ailesini geçindiren bizzat kendisiydi, dolayısıyla evin reisi de.
Musikinin dört büyükleri arasında Perihan Altındağ ve Hamiyet Yüceses hanım hanımcık yanlarıyla, Müzeyyen Senar ve Safiye Ayla'dan kalın çizgilerle ayrılır. Perihan Altındağ, hanımefendiliğini yumuşacık bir sesle tamamlarken, Hamiyet Yüceses coşkulu, akıcı, keskin, hoyratça bir tavrı dışavurur. Müzeyyen Senar kadar efevari, apaş olmasa da, Sadun Aksüt'ün tabiriyle "avami" bir okuyuşu vardır. Büyük kitleleri ona bağlayan da bu hoş çelişkidir. Güftesi Baki Süha Ediboğlu'na, bestesi Refik Fersan'a ait segâh eseri yorumlarken, kendini halktan bir garibanın yerine koyar gibidir:
Herkes gitti yalnız kaldım meyhanede
Gözyaşlarımı içtim son peymanede
Bu kalp durdu dün gece virânhanede
Çocuk yaşında sabah akşam Hafız Burhan'ı ve onun Makber'ini dinleyen birinden de bu beklenir.
İstanbullu Hamiyet, ilk sahne tecrübesini 11 yaşında Balıkesir-Burhaniye'de yaşar, 16 yaşında İstanbul'a dönüp Londra Birahanesi'nde okumaya başladığında, Anadolu şehirlerinde kendini çoktan yetiştirmiş, özellikle Antep'te pişmiştir. Devrin bütün gazinoları ona 60'lı, 70'li yıllara kadar kucak açar. 1968'de, Mevlana'yla ilgili Necip Mirkelamoğlu'nun hüseyni eseri Bezm-i meyde dün gece pervane gibi döndüm'ü gazino sahnesinde, uygun bir mizansenle seslendirmek istediğinde, Türk sağının ünlü Mevlevi kalemi Refi Cevat Ulunay'ın tepkisini çeker: "700 sene bu memleketin ilmine, irfanına, felsefesine, edebiyatına, musikisine hizmet eden Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, İstanbul'un bir salaş meyhanesinde nasıl istismar edilir?" Yüceses'in cevabı nettir: "Biz gazinoda Mevlânâ ayini tertip etmiyoruz. İçkisiz bir müzikholde Mevlânâ aşkına yazılmış bir şarkıyı adabı ve erkânı ile okumaya hazırlanıyoruz".
Hamiyet Yüceses deyince akla gazelli şarkılar gelir. İçki kültürüne de göz kırpan bu serbest form, musiki âleminin muhafazakârlarınca hiçbir zaman el üstünde tutulmamıştır. Hamiyet Yüceses, bu tercihi ve ısrarı yüzünden 50'li yıllarda İstanbul Radyosu'ndan uzaklaştırılınca, Radyoevi'ne "Türk musikisinin operası olan gazel nasıl yasaklanır" diye isyan eden telgraflar çekilmiş, hayranları arasında radyosunu mühürleyenlere, hatta yakanlara rastlanmıştır. O devirde gramofon olan her evin, her kahvenin, her meyhanenin baş köşesinde iki gazelli plak bulunmaktadır: Hamiyet'in sesinden Makber ve Bakmıyor çeşm-i siyah feryade. 80 yaşında hayatını yitirdiğinde, vasiyeti üzerine, mezarı başında, 50'li yıllarda kaydettiği Bir bakışta âşık oldum gözlerine ey peri gazeli çalınır. DERYA BENGİ
Musikinin dört büyükleri arasında Perihan Altındağ ve Hamiyet Yüceses hanım hanımcık yanlarıyla, Müzeyyen Senar ve Safiye Ayla'dan kalın çizgilerle ayrılır. Perihan Altındağ, hanımefendiliğini yumuşacık bir sesle tamamlarken, Hamiyet Yüceses coşkulu, akıcı, keskin, hoyratça bir tavrı dışavurur. Müzeyyen Senar kadar efevari, apaş olmasa da, Sadun Aksüt'ün tabiriyle "avami" bir okuyuşu vardır. Büyük kitleleri ona bağlayan da bu hoş çelişkidir. Güftesi Baki Süha Ediboğlu'na, bestesi Refik Fersan'a ait segâh eseri yorumlarken, kendini halktan bir garibanın yerine koyar gibidir:
Herkes gitti yalnız kaldım meyhanede
Gözyaşlarımı içtim son peymanede
Bu kalp durdu dün gece virânhanede
Çocuk yaşında sabah akşam Hafız Burhan'ı ve onun Makber'ini dinleyen birinden de bu beklenir.
İstanbullu Hamiyet, ilk sahne tecrübesini 11 yaşında Balıkesir-Burhaniye'de yaşar, 16 yaşında İstanbul'a dönüp Londra Birahanesi'nde okumaya başladığında, Anadolu şehirlerinde kendini çoktan yetiştirmiş, özellikle Antep'te pişmiştir. Devrin bütün gazinoları ona 60'lı, 70'li yıllara kadar kucak açar. 1968'de, Mevlana'yla ilgili Necip Mirkelamoğlu'nun hüseyni eseri Bezm-i meyde dün gece pervane gibi döndüm'ü gazino sahnesinde, uygun bir mizansenle seslendirmek istediğinde, Türk sağının ünlü Mevlevi kalemi Refi Cevat Ulunay'ın tepkisini çeker: "700 sene bu memleketin ilmine, irfanına, felsefesine, edebiyatına, musikisine hizmet eden Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, İstanbul'un bir salaş meyhanesinde nasıl istismar edilir?" Yüceses'in cevabı nettir: "Biz gazinoda Mevlânâ ayini tertip etmiyoruz. İçkisiz bir müzikholde Mevlânâ aşkına yazılmış bir şarkıyı adabı ve erkânı ile okumaya hazırlanıyoruz".
Hamiyet Yüceses deyince akla gazelli şarkılar gelir. İçki kültürüne de göz kırpan bu serbest form, musiki âleminin muhafazakârlarınca hiçbir zaman el üstünde tutulmamıştır. Hamiyet Yüceses, bu tercihi ve ısrarı yüzünden 50'li yıllarda İstanbul Radyosu'ndan uzaklaştırılınca, Radyoevi'ne "Türk musikisinin operası olan gazel nasıl yasaklanır" diye isyan eden telgraflar çekilmiş, hayranları arasında radyosunu mühürleyenlere, hatta yakanlara rastlanmıştır. O devirde gramofon olan her evin, her kahvenin, her meyhanenin baş köşesinde iki gazelli plak bulunmaktadır: Hamiyet'in sesinden Makber ve Bakmıyor çeşm-i siyah feryade. 80 yaşında hayatını yitirdiğinde, vasiyeti üzerine, mezarı başında, 50'li yıllarda kaydettiği Bir bakışta âşık oldum gözlerine ey peri gazeli çalınır. DERYA BENGİ
Can Yücel
Yücel, Can (1926-1999) Şiiri ve gerçek bir derviş olarak sürdürdüğü dopdolu yaşamıyla kendine has bir yer edinmiş büyük şair; büyük rakıcı; nam-ı diğer Can Baba. Halk deyişlerinden, argodan, tiyatro, müzik ve resim başta olmak üzere antik ve modern sanatların neredeyse bütün kollarından yararlanarak kurduğu şiir diliyle tanınmıştır. Can Yücel için yaşam, "canlı, materyalist, diyalektik, imgesel ve şaşırtıcıdır." Sık sık andığı Terentius'un ünlü sözü, onu evrensel kültür ve komünist hümanizma ile bütünleştiren şiirinin de eksenidir: "İnsana özgü olan hiçbir şey bana yabancı değildir."
Bir söyleşisinde kendisini "Dionysos kavmindenim, yani yaşama sevinci veren bir Anadoluluyum" sözleriyle tanımlar. Can Yücel'e ilişkin yazıların birçoğu "Can Baba'yla bir gün içerken" diye başlar. Bu da onun şiiri kadar sofrasının da şenlikli, canlı, öğretici, seviyeli ve sevgili olmasından kaynaklanır. Rakı sofrası onun şiirinin arka planı gibidir. Sözgelimi Sevgi Duvarı'nda sarhoşluğu şöyle dillendirir:
Kumkapı meyhanelerine dadandık
Önümüzde Altınbaş, Altın Zincir, fasulye pilakisi
Ardımızda görevliler, ekipler, Hızır Paşalar
Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
Öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
Çöpçülerin elleriyle okşardım seni
Yalnızlığım benim süpürge saçlım
Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi.
İçki içmek onun yaşam biçiminin vazgeçilmez bir parçasıdır. "İçim rakı dışım su" demiştir. Mütevazı sofrasında daima dostları vardır ve daima sanat ve politika... Herhangi bir çöküntüyü yeniden üretmek için içtiği görülmemiştir. Tam tersine dünyanın ve edebiyatın bütün meselelerini incelikle, alayla, enine boyuna konuşmak ve şiir süzmek işi olmuştur. Dünyadır onun rakı sofrası.
Can Yücel'i dinleyen pek çok insan, konuşmasındaki yavaşlığı, boğukluğu ve aksaklığı şairin çok içki içmesiyle ilişkilendirmiştir. Bu yanılsamadır. Can Yücel gençliğinde tiyatro eğitimi almış ve BBC'nin Türkçe bölümünde spikerlik yapmış biri olarak mikrofonik bir sese ve konuşma biçimine sahipti. Konuşmasındaki aksaklığa neden olan, şairin gırtlağında büyüyen kanserli bir ur kütlesidir.
İlk şiirlerini topladığı Yazma'dan sonra yaptığı çeviriler nedeniyle 15 yıl hapse mahkûm edilmiştir. "Hapislik hem siyasidir, hem de şiirseldir. Ama bütün iş siyasette de şiirde de ne yapacağına bağlıdır" der. Hapishaneden Bir Siyasinin Şiirleri adlı eseriyle çıkar. Mizah ve muhalefet, imge ve dram, düşsellik ve gerçeklik, eleştiri ve iyimserlik, küfür ve zarafet onun şiirinin hamurunu oluşturur.
Türkiye'nin, nükte ve ironi kültürünün zarif, görgülü bir ustasıdır. Ve bütün nüktedanlar gibi başı hep beladadır. Örneğin yaşlılık günlerinde yargı önüne çıkarılma gerekçelerinden biri, bir konuşmasında devrin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e "hakaret etmesidir."
Can Yücel söz konusu olduğunda –pek çok politikacı da dahil– herkes bir ortak noktada birleşir: Şair gibi yaşayan, dünyaya şiir gözüyle bakan, şiirle içen bir insandır.
TEVFİK TAŞ
Bir söyleşisinde kendisini "Dionysos kavmindenim, yani yaşama sevinci veren bir Anadoluluyum" sözleriyle tanımlar. Can Yücel'e ilişkin yazıların birçoğu "Can Baba'yla bir gün içerken" diye başlar. Bu da onun şiiri kadar sofrasının da şenlikli, canlı, öğretici, seviyeli ve sevgili olmasından kaynaklanır. Rakı sofrası onun şiirinin arka planı gibidir. Sözgelimi Sevgi Duvarı'nda sarhoşluğu şöyle dillendirir:
Kumkapı meyhanelerine dadandık
Önümüzde Altınbaş, Altın Zincir, fasulye pilakisi
Ardımızda görevliler, ekipler, Hızır Paşalar
Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
Öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
Çöpçülerin elleriyle okşardım seni
Yalnızlığım benim süpürge saçlım
Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi.
İçki içmek onun yaşam biçiminin vazgeçilmez bir parçasıdır. "İçim rakı dışım su" demiştir. Mütevazı sofrasında daima dostları vardır ve daima sanat ve politika... Herhangi bir çöküntüyü yeniden üretmek için içtiği görülmemiştir. Tam tersine dünyanın ve edebiyatın bütün meselelerini incelikle, alayla, enine boyuna konuşmak ve şiir süzmek işi olmuştur. Dünyadır onun rakı sofrası.
Can Yücel'i dinleyen pek çok insan, konuşmasındaki yavaşlığı, boğukluğu ve aksaklığı şairin çok içki içmesiyle ilişkilendirmiştir. Bu yanılsamadır. Can Yücel gençliğinde tiyatro eğitimi almış ve BBC'nin Türkçe bölümünde spikerlik yapmış biri olarak mikrofonik bir sese ve konuşma biçimine sahipti. Konuşmasındaki aksaklığa neden olan, şairin gırtlağında büyüyen kanserli bir ur kütlesidir.
İlk şiirlerini topladığı Yazma'dan sonra yaptığı çeviriler nedeniyle 15 yıl hapse mahkûm edilmiştir. "Hapislik hem siyasidir, hem de şiirseldir. Ama bütün iş siyasette de şiirde de ne yapacağına bağlıdır" der. Hapishaneden Bir Siyasinin Şiirleri adlı eseriyle çıkar. Mizah ve muhalefet, imge ve dram, düşsellik ve gerçeklik, eleştiri ve iyimserlik, küfür ve zarafet onun şiirinin hamurunu oluşturur.
Türkiye'nin, nükte ve ironi kültürünün zarif, görgülü bir ustasıdır. Ve bütün nüktedanlar gibi başı hep beladadır. Örneğin yaşlılık günlerinde yargı önüne çıkarılma gerekçelerinden biri, bir konuşmasında devrin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e "hakaret etmesidir."
Can Yücel söz konusu olduğunda –pek çok politikacı da dahil– herkes bir ortak noktada birleşir: Şair gibi yaşayan, dünyaya şiir gözüyle bakan, şiirle içen bir insandır.
TEVFİK TAŞ
Abdullah Yüce
Abdullah Yüce, bütünüyle Kasımpaşa'daki gramofonlu bir halk meyhanesi dekorunda geçen bu Lütfi Akad filminin yanı sıra, Memduh Ün'ün Üç Arkadaş'ından, Metin Erksan'ın Hicran Yarası'ndan gelip geçti, 50'lerde ve 60'larda yalnız plak firmalarının ve tanınmış alaturka gazinoların değil, Yeşilçam'ın da aranan yıldızlarından oldu. 90'larda TV dizisi Süper Baba'da oynadığı Rasim Baba rolü, unutulmadığının ispatıydı. Fitili, 28 yaşındayken yaptığı beste ateşlemişti:
Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap
Zavallı kalbim ne kadar harap
Nasibim olsun bir yudum şarap
Sun da içeyim yârin elinden
Emekliliğinden sonra Yeniköy sırtlarındaki evinin etrafını, Zeki Müren'den Bülent Ersoy'a kadar herkesin yorumladığı bu şarkısının notalarıyla süslü bir demir parmaklıkla çevirdi. Diğer ünlü bestesi Ölürsem kabrime gelme, İbrahim Tatlıses ve Aynur başta olmak üzere pek çok sanatçı tarafından seslendirildi. Abdullah Yüce, sanat müziğinden arabeske dönen kavşağın önemli simalarından biridir. Ferdi Tayfur bütün Türkiye'ye, Ampul İbo, Beyoğlu Nevizade'ye ondan bir nefes taşımıştır. Bugün korsan kayıtları internette fırtınalar koparan Arap Şükrü, onun bıraktığı izlerin soluk bir karikatürüdür.
Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap
Zavallı kalbim ne kadar harap
Nasibim olsun bir yudum şarap
Sun da içeyim yârin elinden
Emekliliğinden sonra Yeniköy sırtlarındaki evinin etrafını, Zeki Müren'den Bülent Ersoy'a kadar herkesin yorumladığı bu şarkısının notalarıyla süslü bir demir parmaklıkla çevirdi. Diğer ünlü bestesi Ölürsem kabrime gelme, İbrahim Tatlıses ve Aynur başta olmak üzere pek çok sanatçı tarafından seslendirildi. Abdullah Yüce, sanat müziğinden arabeske dönen kavşağın önemli simalarından biridir. Ferdi Tayfur bütün Türkiye'ye, Ampul İbo, Beyoğlu Nevizade'ye ondan bir nefes taşımıştır. Bugün korsan kayıtları internette fırtınalar koparan Arap Şükrü, onun bıraktığı izlerin soluk bir karikatürüdür.
Zarakosta Rakısı
Zarakosta Rakısı 1879'da Mihail Zarakosta'nın Galata'daki imalathanesinde üretilmeye başlanıp Cumhuriyet döneminde de varlığını sürdüren fevkalade klasında rakı markası. Halis üzüm ve anasondan imal edilirdi. İlanında kullanılan "Zarakosta rakı ve mastikasını her yerde arayınız" ifadesinden biri düz rakı diğeri sakızlı olmak üzere iki ayrı cinsi olduğu anlaşılıyor. Galata, Topçular Caddesi'ndeki bu imalathanede ayrıca Çavuş Rakısı da üretiliyordu.
* Behzat Üsdiken Pera'dan Beyoğlu'na 1840-1955 / Sula Bozis İstanbul Lezzeti
* Behzat Üsdiken Pera'dan Beyoğlu'na 1840-1955 / Sula Bozis İstanbul Lezzeti
Zafer Rakısı ve Zahle Rakısı
Zafer Rakısı Tekel öncesi dönemde İstanbul'da üretilen rakı.
Zahle Rakısı Lübnan'nın Bekaa vadisinde kendine özgü üzümüyle ünlü Zahle şehrinde yapılan rakı.
Zam oranı
Yetmişli yılların ortalarında, Tekel ürünlerine sık sık zam yapıldığı ve bunun rakıseverlerin belini büktüğü günlerden birinde, Cumhuriyet gazetesinin toplu sözleşme görüşmelerinde yaratıcı bir uzlaşma önerisi sunulur: Rakıya endeksli zam oranı. Hikâye şöyle gelişir: Yıllık izinler, hafta tatili, çocuk parası gibi konularda anlaşan sendika ile işveren, zam oranını belirleme hususunda tıkanmıştır. Taraflar bir türlü anlaşmaya varamaz. Sendika yüzde 40 ister, işveren yüzde 20'de diretir. O zamanlar mürettiphanede geceleri çalışırken çay bardağında rakısını yanı başından eksik etmeyen dizgi operatörü Necdet Usta, her çağa uyarlanabilecek parlak bir öneriyle çıkagelir: "Yahu ne konuşuyorsunuz yüzde beş, on diye... Tekel'in zam ortalamasını alın, olsun bitsin. Ayrıca sözleşme yapmak için iki yıl süreye de gerek yok... Tekel, ürünlerine ne zaman ne kadar zam yapıyorsa, bize de işveren o kadar zam yapsın..."
* Refik Durbaş "Tekel Zam Şansını Kaçırmadı", Cumhuriyet, 9 Ekim 2001 / Erdal Alova İçki ve Edebiyat Âlemi
Zahle Rakısı Lübnan'nın Bekaa vadisinde kendine özgü üzümüyle ünlü Zahle şehrinde yapılan rakı.
Zam oranı
Yetmişli yılların ortalarında, Tekel ürünlerine sık sık zam yapıldığı ve bunun rakıseverlerin belini büktüğü günlerden birinde, Cumhuriyet gazetesinin toplu sözleşme görüşmelerinde yaratıcı bir uzlaşma önerisi sunulur: Rakıya endeksli zam oranı. Hikâye şöyle gelişir: Yıllık izinler, hafta tatili, çocuk parası gibi konularda anlaşan sendika ile işveren, zam oranını belirleme hususunda tıkanmıştır. Taraflar bir türlü anlaşmaya varamaz. Sendika yüzde 40 ister, işveren yüzde 20'de diretir. O zamanlar mürettiphanede geceleri çalışırken çay bardağında rakısını yanı başından eksik etmeyen dizgi operatörü Necdet Usta, her çağa uyarlanabilecek parlak bir öneriyle çıkagelir: "Yahu ne konuşuyorsunuz yüzde beş, on diye... Tekel'in zam ortalamasını alın, olsun bitsin. Ayrıca sözleşme yapmak için iki yıl süreye de gerek yok... Tekel, ürünlerine ne zaman ne kadar zam yapıyorsa, bize de işveren o kadar zam yapsın..."
* Refik Durbaş "Tekel Zam Şansını Kaçırmadı", Cumhuriyet, 9 Ekim 2001 / Erdal Alova İçki ve Edebiyat Âlemi
Zennube (1942)
Zennube (1942) Asıl adı Memnune; 1960'larda İstanbul'un eğlence hayatını, özellikle gazinoları kasıp kavuran ünlü dansöz, sinema oyuncusu. Milas'ta doğdu, çocukluğu Aydın ve Nazilli'de geçti. 13 yaşında eşraftan bir tüccarla evlendirildi. Bir kızı oldu. 14 yaşında boşandı. Bu tarihten itibaren dans etmeye başladı. Uzun boylu, esmer, kadife tenli, büyük oval kalçalı, kara kaş kara göz bir kızdı. 9/8 zil çalarak göbek atardı. Emniyet'ten belgesini çıkarırken yaşını üç yaş büyütmüş ve kendine kötü kadın anlamına gelen Zennube adını yakıştırmıştı.
Devrin ünlü dansözlerinden Babuş'un etkisindeydi. Çadır tiyatrolarında yıllarca göbek attıktan sonra ilk defa 1960'ta İzmir, Basmane pavyonlarında sahneye çıktı. Bir provada onu izleyen eski tüfeklerden Emine Kuran ile Özcan Tekgül'ün annesi Feriha Tekgül'den aferin aldı ve dansözlüğü tescil edildi. 1963'te Zeki Müren'in kadrosunda çalışmak üzere İstanbul'a yerleşti. Kısa sürede şehir efsanesi haline geldi. Herkes Zennube'nin peşindeydi. O sıralar Arap âleminden Ferit el Atraş'ın Habina şarkısı çok popülerdi. Udi Coşkun Erdem bu şarkının bestesini aynen alıp üstüne yeni güfte yazdı ve Zennube'ye ithaf etti:
Sevgilim, hayatım,
Gel bana gel güzelim
Gel beraber gezelim
Zennube ah Zennube.
Zennube dört film çevirdi. Nefesini Keseceğim'de ve Şahane Kadın'da (Sevim Çağlayan ile birlikte) başrol rol oynadı. 1970'lerde son kez gittiği İzmir Fuarı'nda dansözlük hayatını tamamladı ve ev kadını olarak yaşamaya başladı.
ÜMİT BAYAZOĞLU
Devrin ünlü dansözlerinden Babuş'un etkisindeydi. Çadır tiyatrolarında yıllarca göbek attıktan sonra ilk defa 1960'ta İzmir, Basmane pavyonlarında sahneye çıktı. Bir provada onu izleyen eski tüfeklerden Emine Kuran ile Özcan Tekgül'ün annesi Feriha Tekgül'den aferin aldı ve dansözlüğü tescil edildi. 1963'te Zeki Müren'in kadrosunda çalışmak üzere İstanbul'a yerleşti. Kısa sürede şehir efsanesi haline geldi. Herkes Zennube'nin peşindeydi. O sıralar Arap âleminden Ferit el Atraş'ın Habina şarkısı çok popülerdi. Udi Coşkun Erdem bu şarkının bestesini aynen alıp üstüne yeni güfte yazdı ve Zennube'ye ithaf etti:
Sevgilim, hayatım,
Gel bana gel güzelim
Gel beraber gezelim
Zennube ah Zennube.
Zennube dört film çevirdi. Nefesini Keseceğim'de ve Şahane Kadın'da (Sevim Çağlayan ile birlikte) başrol rol oynadı. 1970'lerde son kez gittiği İzmir Fuarı'nda dansözlük hayatını tamamladı ve ev kadını olarak yaşamaya başladı.
ÜMİT BAYAZOĞLU
Zevk Rakısı
Zevk Rakısı İzmir'de Nesim Politi ile İliya Alhanati adlı Sefarad Yahudileri tarafından üretilen özel bir rakı. Bugünkü Fevzipaşa Bulvarı açılmadan önce Karaosmanoğlu Han yanındaki Türk Pazarı Çarşısı 35 numaradaydı.
A. NEDİM ATİLLA
Ticari ve İktisadi İzmir Rehberi-1926
A. NEDİM ATİLLA
Ticari ve İktisadi İzmir Rehberi-1926
Zevk'ü Sefa Rakısı
Zevk ü Sefa Rakısı İzmir, Karşıyaka'da devrin ünlü rakı üreticisi Hasan Fehmi Bey ile ortak olarak Kibar Rakısı'nı üretip Ege bölgesinde isim yapan Mahmut Nedim Bey'in Cumhuriyet döneminde piyasaya çıkardığı bir başka rakı markası. Zevk ü Sefa Rakısı özellikle Ayvalık, Dikili ve Bergama'da çok tutulmuştu.
20. Yüzyıl Siyasi Tarihi - Fahir Armaoğlu
Günümüz dünyasını milletlerarası münasebetlerin yapısını ve niteliğini oluşturan gelişmelerin başlangıcı, 1914-18 arasında cereyan etmiş olan Birinci Dünya Savaşı'nın sonuçlarına kadar gitmektedir. Fakat Birinci Dünya Savaşı da durup dururken patlak vermiş olan bir milletlerarası buhran değildir. Bu savaş, 1789-1815 arasında Avrupa'yı alt üst etmiş olan ve bundan da daha mühim olarak insanın siyasal yaşayışında tesirlerini günümüze kadar sürdüren çeşitli siyasal fikir akımlarını ortaya çıkarmış bulunan Fransız İhtilâli'nden sonra kendisini gösteren gelişmelerin bir sonucu olmuştur. Yani, Birinci Dünya Savaşı'nın kökleri, 1815-1914 arasının siyasal ve diplomatik gelişmelerinde yatmaktadır. Dolayısıyla 20. yüzyılı iyi anlayabilmek için 19. yüzyılın siyasî ve sosyal olaylarını çok iyi tahlil etmemiz gerekir.
Ülkemizin siyasî tarih alanında en tanınmış simalardan biri olan Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi kitabıyla tüm dünyada cereyan eden 20. yüzyılın en önemli siyasî ve sosyal olaylarını/liderlerini derli toplu ve kronolojik olarak anlatmıştır. Dünya tarihinin seyrini değiştiren Liberalizm, Nasyonalizm ve Sosyalizm akımlarının doğuşundan Birinci Dünya Savaşı'na; İkinci Dünya Savaşı'ndan Soğuk Savaş Dönemi'ne; bloklardaki yapı değişikliklerinden Ortadoğu ve Asya'daki gelişmelere; Yumuşama sürecinden dünya politikasında Ortadoğu'ya kadar birçok olay; Napolyon'dan George Washington'a, Mustafa Kemal Atatürk'ten Churchill'e, Hitler'den Stalin'e, Yasser Arafat'tan Saddam Hüseyin'e, Gorbaçov'dan Turgut Özal'a kadar birçok lider yine yüzlerce Türkçe, Fransızca, İngilizce belge ve kaynak eser kullanılarak incelenmiş ve tarih severlerin beğenisine sunulmuştur.
Zamanımızda yaşanan siyasî olayları daha iyi anlamak adına 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi kitabıyla çıktığımız tarih yolculuğuna; 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi kitabıyla devam ediyoruz.
(Tanıtım Bülteninden)
Ülkemizin siyasî tarih alanında en tanınmış simalardan biri olan Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi kitabıyla tüm dünyada cereyan eden 20. yüzyılın en önemli siyasî ve sosyal olaylarını/liderlerini derli toplu ve kronolojik olarak anlatmıştır. Dünya tarihinin seyrini değiştiren Liberalizm, Nasyonalizm ve Sosyalizm akımlarının doğuşundan Birinci Dünya Savaşı'na; İkinci Dünya Savaşı'ndan Soğuk Savaş Dönemi'ne; bloklardaki yapı değişikliklerinden Ortadoğu ve Asya'daki gelişmelere; Yumuşama sürecinden dünya politikasında Ortadoğu'ya kadar birçok olay; Napolyon'dan George Washington'a, Mustafa Kemal Atatürk'ten Churchill'e, Hitler'den Stalin'e, Yasser Arafat'tan Saddam Hüseyin'e, Gorbaçov'dan Turgut Özal'a kadar birçok lider yine yüzlerce Türkçe, Fransızca, İngilizce belge ve kaynak eser kullanılarak incelenmiş ve tarih severlerin beğenisine sunulmuştur.
Zamanımızda yaşanan siyasî olayları daha iyi anlamak adına 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi kitabıyla çıktığımız tarih yolculuğuna; 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi kitabıyla devam ediyoruz.
(Tanıtım Bülteninden)
2. Meşrutiyet ve Sonrası Hatıralarım - Necmeddin Sahir Sılan
Kitap, Necmeddin Sahir Sılan'ın hatıralarının II. Meşrutiyet ve sonrasına ilişkin bölümünü içerir.
Hatıra sahibi Necmeddin Sahir Sılan, özgeçmişine ait bilgileri içeren hatıratının ileriki sayfalarında; Osmanlı'daki hürriyet mücadelelerine ve Meşrutiyet sonrasındaki siyasî gelişmelere değinir.
Daha çok, kendisinin kâtip olarak bulunduğu ve İttihatçıların yargılandığı 1918 Divan-ı Âli'sindeki gözlemlerini kaleme alan yazar, dönemin yoğun ve karanlık atmosferi hakkında da sağlıklı bilgiler vermektedir.
Hatıra sahibi Necmeddin Sahir Sılan, özgeçmişine ait bilgileri içeren hatıratının ileriki sayfalarında; Osmanlı'daki hürriyet mücadelelerine ve Meşrutiyet sonrasındaki siyasî gelişmelere değinir.
Daha çok, kendisinin kâtip olarak bulunduğu ve İttihatçıların yargılandığı 1918 Divan-ı Âli'sindeki gözlemlerini kaleme alan yazar, dönemin yoğun ve karanlık atmosferi hakkında da sağlıklı bilgiler vermektedir.
16. Yüzyılda İstanbul Kent - Saray - Günlük Yaşam - Metin And
16. Yüzyılda İstanbul, büyük ölçüde bilgilendirici, eğlendirici ve dünden bugüne karşılaştırma yapmaya elverişli "resim okuma"larla donatılmış bir kitap. Metin And, İstanbul'a hayran bir İstanbullu. Genç yaşta ayrılıp kısa süreli ziyaretler için gelip gittiği bu kente onu en parlak yüzyılındaki haliyle anlatarak borcunu ödemiş.
16. Yüzyılda İstanbul, büyük ölçüde bilgilendirici, eğlendirici ve dünden bugüne karşılaştırma yapmaya elverişli "resim okuma"larla donatılmış bir kitap. Aslında yabancıların kalem ve fırçasıyla çizilmiş büyük bir İstanbul Panoraması. Bu panoramaya bakınca İstanbul'u "Kent - Saray - Günlük Yaşam" gibi kesitlere bölünmüş olarak görüyorsunuz.
Her bölüm kendi karakterine uygun resimlerle, resimlerde görülenlere ilişkin açıklamalarla ele alınmış ve İstanbul "yemyeşil, huzur içinde, toplumsal yaşamı uyumlu" bir kent olarak yansıtılmış. 16. Yüzyılda İstanbul, bu büyük kenti tanımaya, sevmeye yardımcı olacak, merak ettiğimiz birçok soruyu cevaplandıracak, adı var kendisi yok ya da ancak izleri kalmış Bizans ve Osmanlı anıtlarını eski çizimleriyle tanımamızı sağlayacak, bugüne kalanların ise eskiden nasıl olduğunu gösterecek bir kılavuz, bir el kitabı aslında...
16. Yüzyılda İstanbul, büyük ölçüde bilgilendirici, eğlendirici ve dünden bugüne karşılaştırma yapmaya elverişli "resim okuma"larla donatılmış bir kitap. Aslında yabancıların kalem ve fırçasıyla çizilmiş büyük bir İstanbul Panoraması. Bu panoramaya bakınca İstanbul'u "Kent - Saray - Günlük Yaşam" gibi kesitlere bölünmüş olarak görüyorsunuz.
Her bölüm kendi karakterine uygun resimlerle, resimlerde görülenlere ilişkin açıklamalarla ele alınmış ve İstanbul "yemyeşil, huzur içinde, toplumsal yaşamı uyumlu" bir kent olarak yansıtılmış. 16. Yüzyılda İstanbul, bu büyük kenti tanımaya, sevmeye yardımcı olacak, merak ettiğimiz birçok soruyu cevaplandıracak, adı var kendisi yok ya da ancak izleri kalmış Bizans ve Osmanlı anıtlarını eski çizimleriyle tanımamızı sağlayacak, bugüne kalanların ise eskiden nasıl olduğunu gösterecek bir kılavuz, bir el kitabı aslında...
24. Gün Öğleden Sonra - A. Hakan Soysal
Kitapta sözü edilen yerler gerçekten de stanbul'un Anadolu yakasında bulunan yerlerdir. Bu
yerlerde bahsi yapılan binalar, köprüler, geçitler de gerçekten vardır. Ama bu kitapta yer alan
isimler ve evler tamamen uydurulmustur.
Romanda hayati bir rolü bulunan Emniyet Müdürü de tamamen hayal olarak yaratılmıstır.
(Bildigim kadarı ile) dealtepe, Maltepe lçesine baglı bir yerlesim olması nedeniyle burada
kendi adı ile anılan bir lçe Emniyet Müdürlügü de yoktur, Emniyet Müdürü de. Romanda
belirtilen polislerin de stanbul'daki Emniyet Güçleri ve polislerle uzaktan yakından bir
alakaları yoktur. Bunu kitaptaki bütün karakterlerin tamamen hayal ürünü oldukları için bir
kez daha belirtmekte fayda var. Yasayan insanlarla romandaki insanlar arasında
bulunabilecek benzerlikler ise tümüyle rastlantı ve okurun benzetmesinden ibarettir.
Kabala Yahudi Kadim Mistik Öğretisi
Yahudi mistisizmi 4000 yılı aşkın bir süredir, tüm ezoterik öğrencileri derinden etkilemektedir. Kabala öğreti son 2000 yıllık süreçte yazıya geçirilmiş ve bu konuda pek çok kitap yazılmıştır. Ancak bunların çoğunun ortak sorunu belirli bir kesim hariç anlaşılmaz olmalarıdır.
Elinizdeki kitap bu sorunu aşmak için herkes tarafından olabildiğince anlaşılabilir ve açıok seçik olarak kaleme alınmıştır. Kaba la öğretisi, hem antik felsefeye hem de çağdaş felsefe ye zengin anlayışlar kazandırmıştır. Felsefe, psikoloji ve dine Kabala sembollerinin merceği ile bakıldığında, daha derin anlamlar ortaya çıkar. Bunun sonunda bu kadim mistik hazine, çağdaş ve postmodern felsefe yaklaşımı ile psikoloji ve tanrıbilim için de yer bulabilir.
Ayrıca Kabala'nın altyapısı akılsal bir yaklaşımla günümüze de uyarlanabilir. Bir örnek vermek gerekirse, Kabala'nın kaynaklarından Sefer Yetzirah'da anlatılan Evren Yaratılış süreci, modern bilimin benimsediği Big-Bang teorisi ile bire bir benzerlik göstermektedir.
Elinizdeki kitap bu sorunu aşmak için herkes tarafından olabildiğince anlaşılabilir ve açıok seçik olarak kaleme alınmıştır. Kaba la öğretisi, hem antik felsefeye hem de çağdaş felsefe ye zengin anlayışlar kazandırmıştır. Felsefe, psikoloji ve dine Kabala sembollerinin merceği ile bakıldığında, daha derin anlamlar ortaya çıkar. Bunun sonunda bu kadim mistik hazine, çağdaş ve postmodern felsefe yaklaşımı ile psikoloji ve tanrıbilim için de yer bulabilir.
Ayrıca Kabala'nın altyapısı akılsal bir yaklaşımla günümüze de uyarlanabilir. Bir örnek vermek gerekirse, Kabala'nın kaynaklarından Sefer Yetzirah'da anlatılan Evren Yaratılış süreci, modern bilimin benimsediği Big-Bang teorisi ile bire bir benzerlik göstermektedir.
İMAN NEDİR ?
Camilerde toplanan, bayramlarda birbirinin bayramını kutlayan insanların duyguları, inandıklarışeyler, hep birdir. Bunları birleştiren, Müslümanlıktır.
Müslümanlık, Allah'a ve Müslümanlığı öğreten Peygamberimize inanmaktır. Allah'a ve Peygamber'e inanmaya "iman" deriz. Allah, bu kâinatı, bizi yaratan "kudret sahibi"dir. Onun ne olduğunu, nasıl olduğunu biz tamamıyla bilemeyiz. O, çok büyüktür.
Allah'ın emirlerini insanlara "peygamberler" söyler. Birçok peygamber gelip geçmiştir. Müslümanlar bunların hepsine inanırlar ve bunların dininde olanların imanına, inancına hürmet ederler. Peygamberlerin sonu ve en büyüğü, insanlara İslam dinini öğreten, İslam imanını bildiren "Hazreti Muhammet'tir.
İşte bunlara inanan, iman eden kimse Müslümandır. İman sahibi olanların güzel huylu ve milletine, vatanına, bütün insanlara hayırlı olmaları, Peygamber'in söylediği şeyleri yapmaları lazımdır. Çünkü İslam dini, millet ve vatan sevgisi ve ahlak güzelliği üstüne kurulmuştur.
Peygamberimize bir gün "Din nedir?" diye üç kere sormuşlar da, Peygamber, üç soruya da "Ahlak güzelliğidir" demiştir. Şu halde ahlakı fena olan adamlar, Müslümanım deseler de, imanları kuvvetli değildir.
Görüyorsunuz ya çocuklar, iman, insanlarıbirleştiriyor, insanlara kuvvet ve neşe veriyor. Allah'a, Peygamber'e, İslam dinine iman, dini imandır.
Bizim bir de milli imanımız vardır. Biz Türküz. Türkler medenidir. Milletimiz, daima ileri gidecek, düşmanlarımızı alt edecektir. Türk adı anılınca göğsüm iftiharla kabarır, başım yükselir. Milletime, vatanıma faydası dokunanları severim. Mübarek yurduma fenalık edenleri hiç sevmem.
İşte bu milli iman, bizi yaşatacak, ilerletecek imandır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti hükümetine tabi olanların hepsini bu iman birleştiriyor.
Biz bu milli imanı, büyük Cumhurreisimiz Gazi Mustafa Kemal Hazretleri'nin ve onun vatansever arkadaşlarının gayretiyle, Cumhuriyet sayesinde kazandık. Şimdi hepimiz neşe içindeyiz. Kalbimiz kuvvetli. Bize bu imanı veren Cumhuriyet'e dört el ile sarılacağız, onu yaşatacağız, biz Cumhuriyet çocuklarının en büyük milli vazifesi budur.
Yaşasın Cumhuriyet ve Gazi Cumhurreisimiz!..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)