Bu büyük anıtın bulunduğu yerde daha önce aynı adı taşıyan iki kilise yapılmış, ama bunlar çeşitli nedenlerle yok olmuştu. Onların bazı kalıntıları bahçede duruyor. İmparator İustinianos siyasi düzeyde eski Roma İmparatorluğu'nu yeniden bir araya getirme amacıyla generali Belisarius'u İtalya'ya ve Kuzey Afrika'ya yollarken, bu iddialı planlarına uygun bir biçimde, başkentinde o zamana kadar görülmemiş büyüklükte bir kilise yaptırmaya girişti.
Matematikçi Tralles'li Anthemius ve Miletus'lu geometri bilgini İsidorus kilisenin mimarı olarak görevlendirildi. Kısa süre sonra Anthemius öldü; Kilise tamamlandıktan az sonra bir kısmı depremde çöktü. O zaman işe katılan, Miletus'lu mimarın yeğeni genç İsidorus'un katkısıyla kubbe kasnağı
yükseltilerek ağırlık azaltıldı ve bu biçimiyle kubbe ve kilise, zaman zaman bazı onarımlardan geçerek, günümüze kadar geldi (dışarıdan duvarı destekleyen büyük ve biraz "estetiksiz" destek duvarları bu sonraki onarım ve tedbirlerdendir. Doğu batı akşındaki yarım kubbeli duvarlar yeterince sağlam olduğu halde, kuzey güney duvarlarındaki kemerler görece zayıf kalmış ve bunların ek desteklerle sağlama alınması gerekmişti).
Ayasofya'nın görünümü, boyutları, bugün de ona bakan insanda hayret ve huşu duygulan uyandırır. Ama çağdaş insanın gözü ve belleği, ne olsa çok sayıda anıtsal binaya göre koşullanmıştır. 6. yüzyılda ve çok daha sonraları bu binayı görmek benzersiz bir yaşantı olmalıydı. Nitekim İustinianos kendisi de kilisenin resmi açılışında heyecana kapılmış ve "Seni geçtim, Süleyman!" diye haykırmıştı. Daha sonra yapılan yalnız üç kilise, sırayla Londra'da St. Paul, Roma'da St. Peter ve Milano'da Duomo, Ayasofya'yı büyüklükte geride bırakmışlardır. Bu bağlamda birkaç rakam verelim: Kilisenin yüzölçümü 7570 metrekaredir. Uzunluğu 100 metreyi geçer. Orta nefin boyutları 75x70 metredir. Kubbenin yerden yüksekliği 55.60, çapı ise 31-32 metredir (onarımdan ötürü tam bir daire değildir).
Bir zaman kubbeden sarkıtılan iskandillerin yere değdiği noktalara işaret konmuştur. Bunları birbirine bağlayarak yuvarlağı dönünce, kubbenin büyüklüğü, gördüğümüz ve bildiğimiz halde, bizi bir kere daha şaşırtır. Bina¬nın dış görünüşünden çok, öncelikle içinin etkileyiciliğine önem verildiği, çok dikkatli olmayan bir bakışla da anlaşılıyor (bu çapta bir binanın dış görünüşünün nasıl olsa yeterince etkileyici olacağı düşünülmüştü herhalde). Mimari plan oldukça ilginçtir. O zamana kadar genellikle yuvar lak planlı binalarda başarıyla (Roma'daki Pantheon gibi) kullanılan kubbe, dört köşe bir bazilikal binanın üzerine oturtulmuş. Dolayısıyla yuvarlak kubbe aşağıdaki dikdörtgene pandantiflerle bağlanıyor.
Ama asıl dahiyane yenilik, kubbenin iki yanına yapılan iki yarım kubbeyle merkezi mekânın genişletilmesidir. Bu, binanın içinde durup bakan insana muazzam bir genişlik duygusu veriyor (hatta belki de "ezici" bir etkisi var). Kasnakla yarım kubbeler ve onları destekleyen altı daha küçük kubbeye rağmen, merkezde büyük bir ağırlık vardır ve bu ağırlık kilise içinde, zeminde ve üst galerilerde sıralanan 107 sütuna bindirilmiştir.
Ayasofya'dan sonra, Bizans mimarisinde, bu çapta yeni bir bina inşaatına girişilmedi. Bu bakımdan Ayasofya kendinden sonraki Bizans mimarisinden çok, Osmanlı mimarisini etkilemiştir. Özellikle yarım kubbelerin düzenlenişi Osmanlı mimarlarına esin kaynağı olmuştur. Ancak iç düzenlemelerde Osmanlı mimarları merkezi ağırlığı çok sayıda sütundan az sayıda ama daha güçlü dayanaklara aktarma ve böylece iç mekânı genişletme, daha doğrusu, görüşü engelleyen öğeleri azaltma yolunu tutmuşlardır.
Konstantinopolis'in Patriklik kilisesi olarak 916 yıl kullanılan Ayasofya, 1453'te, fetihten kısa bir süre sonra camiye çevrildi. O çağın ideolojik koşullarında bu değişim bir saygı jesti olarak anlaşılmalıdır. Kitaba ve tek Tanrı'ya inanan insanların yaptığı bu büyük ve güzel binayı, aynı Tanrı'ya biraz farklı biçimde inanan Müslüman Türkler de en görkemli ibadethaneleri olarak benimsediler.
İmparatorluğun son yıllarına kadar özel günlerde en sık kullanılan cami Ayasofya oldu. Bu âdet, yakıp yıkmanın yanında, uygar bir davranıştı. Pratikte de, birçok değerli tarihi binanın korunmasını sağlıyordu. Müslümanlar kendi inançları gereği tasvirleri kaldırdılar, resimlerin, mozaiklerin üstüne badana çektiler (bu da aslında çok sonraları yapıldı ve koruyucu işlev gördü), ama örneğin İkonoklastlar gibi resimleri tahrip etmediler.
Zamanla bu yeni camiye dört minare eklendi; içine mihrap, minber gibi Müslüman ibadetinin öğeleri kondu. Bütün camilerde yer alan "Al ah", "Muhammed", "Ebubekir", "Ömer", "Osman", "Ali", "Hasan" ve "Hüseyin" levhaları asıldı. 477 yıl boyunca da Ayasofya Müslümanların bir numaralı ibadethanesi olarak kullanıldı. Osmanlı dönemi boyunca birçok büyük ve görkemli cami yapıldığı halde, Ayasofya bu özel iğini korudu. 1935'te, çok yerinde bir kararla, müze haline getirildi (bu zaman zaman siyasi bir tartışma konusu oluyor, çünkü bazı katı Müslümanlar tepkici bir tavırla Ayasofya'nın yeniden cami yapılmasını istiyorlar, ama kilise olmasını isteyen Ortodoksların da varlığını işitiyoruz).
Ayasofya'nın eski girişi batı kanadındaydı ve buraya, şimdi izi kalmayan bir avludan (atrium) geliniyordu. Dış nartekse beş kapıdan girilirdi; yandaki en büyük ve güzel kapı imparator ve ailesi içindi. Muhafızların imparatoru beklediği bu girişte, ancak 1933'te badana altında bulunmuş bir mozaik var: İki imparator, Konstantinos ve İustinianos, kucağında İsa'yı tutan Meryem'e İstanbul surlarını ve Ayasofya'yı armağan ediyorlar. Bunun 10. yüzyıldan kalma olduğu sanılıyor (İkonoklast tahribatından ötürü kilisenin orijinal mozaiklerinden hiçbiri kalmamıştır). Ancak, Freely'nin Strolling Through İstanbul'da dikkati çektiği gibi, ne surlar surlara, ne de Ayasofya Ayasofya'ya benziyor!
Buradan dokuz kapılı ve tonozlu iç nartekse geçebiliyoruz. Ortadaki kapı özellikle görkemli. İimdi tepeleri pirinç kaplı olan kapıların İustinianos zamanında gümüş kaplı olduğu biliniyor (bu gibi değerli madenlerin çoğu da 1204 sonrasında, Latin işgali sırasında yağma edilmiş). Orta kapının üzerinde sağ eliyle herhalde bizi kutsayan İsa mozaiğini görüyoruz. İsa'nın önünde secdeye varan imparator figürünün VI. Leon'u temsil ettiği kabul ediliyor. Böyleyse, Leon çok fazla evlendiği için özür diliyor olmalı!
Narteksten nefe girdiğimizde, sanırım loşluk ve pek çok pencereden süzülen ışık hepimizin ilk ve sarsıcı izlenimini oluşturur. Ayrıntılar yavaş yavaş seçilir hale gelir. Kubbe ve yarım kubbeler, kasnaktaki kırk pencere, yarım kııbbelerdeki, duvarlardaki pencereler. Arka planları daha da mistik bir loşluğa bürünen kolonadlar. Yukarıdan sarkıtılmış muazzam kandiller, kenarlardaki küpler, vb. sırayla görüş alanına girer.
Sütunlar dünyanın dört tarafından toplanıp buraya getirilmişti. Bazıları, Efes'teki Artemis tapınağı gibi, antik dünyanın belli başlı anıtlarından; Heliopolis'teki Güneş Tapınağından, Baalbek'ten. . Uzaklardan taşınmış somaki sütunlar, Marmara Adası'ndan getirilen siyah beyaz mermer sütunlar ya da duvarları kaplayan kesme mermerler, bunlardan bazılarının neredeyse figüratif resim izlenimi veren şaşırtıcı dizaynları. Sütun başlıkları bütün Bizans sanatında benzeri bulunması güç bir sabır ve ustalıkla övülmüştür.
Net kısmında, kubbenin altında bulunan mozaiklerden bir kısmının Osmanlı döneminde uzun zaman örtülmediği anlaşılıyor (örneğin 17. yüzyılın ünlü seyyah ve yazarı Evliya Çelebi bunları anlatır, demek ki o sırada üstleri örtülmemiştir.) Apsiste, kucağında çocuk İsa ile Meryem'i görürüz. Gene apsiste ünlü Cebrail mozaiği vardır. Kemerin kuzeyinde ise Mikail'in kanatlarından sadece birkaç ayrıntı seçilebiliyor Kuzey duvarındaki nişlerde üç Hıristiyan aziz, İgnatios, Hrisostomos ve İgnatios Teoforos resmedilmiş. Kubbenin pandantiflerinde (doğudakiler) resmedilmiş figürler ise melekler.
Ayasofya'nın çekici bölümlerinden biri de her zaman açık olmayan üst galerilerdir. Ortodoks kiliselerinde gynaeceum (yineka) denilen kadınlar kısmı yukarıda yapılır. Ayasofya'daki "yukarı", doğal olarak hayli yukarıdadır. İmparatoriçenin, imparator ailesinden kadınların, sıradan kadınların, ayrıca da sinodların vb. bölmeleri bulunan bu galerilerden, kilisenin içine kuşbakışı bakmanın güzelliği de bambaşkadır. Bu galerilerde İmparator Aleksandros'un, İmparatoriçe Zoe ile kocası Konstantinos'un (kocaları değiştikçe mozaikteki yüzün de değiştiği söylenir), Ioannis Komnenos ile karısı Eirene’nin, son olarak da, İsa ile, insanlığı kurtarması için ona yalvardıkları sanılan Meryem ve Vaftizci Yahya'nın resmedildiği Deesis sahnesinin mozaikleri vardır. Latin işgalinin başkomutanı Venedik dukası Dandolo'nun mezarı bile buradadır!
Ama bu galeride İstanbul'a Dandolo'dan da uzak birinin kazıdığı bir yazı var. Runik alfabeyle kazılmış bu yazının tamamı okunamıyor, yalnız "Halfdan" diye bir Viking adı seçilebiliyor.
Macarlar, Lombardlar gibi Vikingler de Bizans hassa alayında çalışmaya ve para kazanmaya gelirlerdi. Belki de bunlardan biri ayin sırasında sıkıntıdan adını taşa kazıdı.
Türkler Ayasofya'ya gerçekten çok değer verdikleri için, pek çok padişah, şehzade ve hanım sultan türbesi caminin bahçesinde yer alır. Örneğin, I. Mustafa'nın gömülmesi için eski vaftizhane türbeye çevrilmiştir (onun yanına ünlü Deli İbrahim'i de gömdüler ve böylece burası "aklından zoru olan padişahlar türbesi" haline geldi). Ayrıca saltanat yılları birbirini izleyen II. Selim'in, III. Murat'la III. Mehmet'in görülmeye değer türbeleri de burada yapılmıştır.
Bahçede, 19. yüzyıl ortasında Ayasofya'yı restore eden İsviçreli İtalyan Fossati kardeşlerin yaptığı muvakkithane, I. Mahmut zamanından şadırvan, sayısız sütunlar, daha önceki (Teodosios zamanındaki) Ayasofya girişinin kalıntıları, kuzey duvarına bitişik imaret, bir de sevimli kahve vardır. Yeni bir yöne doğru atılmadan önce bu kahvede oturup az önce gördüğünüz pek çok şeyi zihninizde sıraya sokabilirsiniz.
Ayasofya hakkında, bu yakınlarda ilginç bir araştırma yayımlandı: Stefanos Yerasimos, La Fondation de Constantinople et de SainteSophie (Institut Français d'Etudes Anatoliennesd'İstanbul, Librarie d'Amerique et d'Orient, Paris 1990). Yazar eskiden beri bilinen çok sayıda efsaneyi yeni bir anlayışla değerlendirerek efsanede yer alan ideolojik tarihi deşifre ediyor. Bunun için Türk efsanesine kaynaklık eden Hıristiyan ve Arap metinlerini de tarıyor. İmparatoru, Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesinden çok, onunla rekabete kalkışan bir gâsıp olarak gören (demokratik eğilimli) yazarlar, öteden beri, azametli ibadethaneleri veya dünyevi azamet sergileyen her türlü yapıyı eleştirmişler tabii efsane biçimi ve dini ideoloji kalıpları içinde. Konstantinopolis'in hikâyesi de ta Hazreti Süleyman'dan başlıyor ve onun putperest geçmişle uzlaşması anlatılıyor (karısının putperest olması, cinlerle uzlaşması vb.). Zaman içinde, Yanko bin Madyan adı verilen bir efsane kişisi türetiliyor ve İstanbul'un kuruluşu ona yükleniyor. Ayasofya bu efsanelerde merkezi rol oynuyor. Kalıp, kültürden kültüre, hem özünü koruyarak, hem de her seferinde yeni öğeler eklenerek aktarılıyor. Kibirli dünyevi hükümdarların günahlarıyla yaklaştırdıkları kıyamet efsanesi de bu öğelerin arasında. Yerasimos'un bu son derece ilginç eserine ben de bu kitabın uygun bölümlerinde değineceğim.
Söz efsaneden açılmışken, Yerasimos'un aktardığı temel ve döngüsel mite, daha basit ve folklorik nitelikte birçok başkaları eklenebilir. Ayasofya ile ilişkisi olan herkes, Bizanslılar, Latinler, Ermeniler, Türkler bu edebiyata katkıda bulunmuştur.
Kökeni herhalde Bizans olan dramatik bir efsaneye göre, savaşı kazanan Türkler Ayasofya'ya geldiğinde patrik dua etmekteymiş. Güneyde, Ayasofya kitaplığı yönünde bir kapıyı çekip ortadan kaybolmuş. Bu kapı bir daha açılmamış. Kubbenin üstüne yeniden haç konduğunda açılacak ve o anda patrik de geri gelip yarım kalan duasını bitirecekmiş.
Fetihle ilgili söylenti çoktur: örneğin, Fatih giriş kapısına eliyle vurmuş ve kapı kapanmaz hale gelmiş. Bu çeşitli "açılmayan" ya da "kapanmayan" kapı söylentileri dışında, bir de, kilisenin güneydoğu köşesindeki payede görülen, el izini andıran oyuk ve bazı başka çizikler hakkında da hikâyeler anlatılır: Fatih oraya eliyle vurmuş, atı da sütuna çifte atmış, hem elin, hem de nalın izleri kalmış vb.
Bunun gibi turistlere gösterilen, ilgi çekici bir ayrıntı da kuzey batı tarafındaki bir sütunda görülen, içine parmak sokulabilir boyda, içi nemli oyuktur. Bunun uğuruna ya da tedavi edici özel iklerine inanılır. Nemin açıklaması, taşın su emer cinsten olmasıdır herhalde.
Binaya girişte görülen iki büyük mermer küp için de hikâyeler vardır ki, kısmen olgusal da olabilir: III. Murat zamanında Bergama'da bir çiftçinin tarlasını sürerken bunları bulduğu herhalde doğrudur. Üç tane oldukları, birinin çiftçide kaldığı ve geçen yüzyıl başında Louvre müzesine gittiği söylentisinin doğruluk derecesini bilmiyorum.
Bizans'tan kalan sevimli bir efsaneye göre, İustinianos ayindeyken elinden kutsal ekmeği düşürür; eğilip alana kadar, bir arının ekmeği alıp uçtuğunu görür. Bunun üstüne ferman çıkarıp bütün arı sahiplerinin kovanlarda bu ekmeği aramalarını buyurur, bulana da ödül vaad eder. Birkaç gün sonra bir arıcı elinde başkalarına hiç benzemeyen bir petekle çıkagelir; bu petek, işte, Ayasofya'nın planı olur.
Kilise yapılırken paranın bitmesi, tabii, yaygın bir efsane motifidir. İnsan kılığında bir melek görünüp gerekli parayı bulmuştur. "Kutsal Bilgelik" anlamına gelen adını da bir başka melek söylemiştir.
Ermeni edebiyatında, bu görkemli eserde Ermeni mimar ya da ustalarının da emeği geçtiğine dair kayıtlar vardır. Müslümanlar ise, kubbenin harcının Hazret i Muhammet'in tükrüğüyle tutturulduğuna inanırlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder